TDG-LM NOSTALJİ

 

 .

19 MAYISTA ATATÜRK’Ü ANLAMAK…
Türkiye Cumhuriyeti
şeyhler, dervişler, müritler ülkesi olmayacak demiş
Mustafa Kemal.
Hem gerici enerjiyle, hem de dünyanın karanlık yüzüyle
aynı anda savaşmış biri o.
Her ikisini birden alt etmenin nasip olduğu nadir bir insan.
Ve ne yazık ki bi türlü doğru anlayamıyoruz onu.
Mustafa Kemal
kahin değil, bu nedenle onun -ecek, -acak, -meyecek, -mayacak’lı sözleri gelecekten haberler bülteni değildir.
Ecek’ler acak’ lar basbayağı bir hedef göstermedir.
Yoluna ışık tutmadır.
Sana dikkat et,
gayret et şeyhlerin ülkesi olmasın diyor.
Sense, oh be dünya varmış
Atatürk söyledi,
gericilerin ülkesi olmayacak burası diyorsun.
Ayağa kalk diyor sana.
Peki diyip oturuyorsun sen.
Anlamıyorsun onu.
Anlamayınca da emanet bu hale geliyor işte;
Türkiye, şeyhlerin de, dervişlerin de, müritlerin de
ve daha beteri GURULARIN da ülkesi oluveriyor.
Uzay çağında…
Aslına bakarsanız M. Kemal’in devlet adamı olması yanıltmış bizi.
Onun işaret ettiği hedeflerin yerine getirilmesini devletten ve onun adamlarından beklemişiz.
Sivil bir toplumun, sivil bir ferdi olarak görememişiz onu.
Hep üniformalı kalmış.
Üniformayı çıkardığında da frak giydirmişiz.
Fotoğraflarının belki de yüzde doksanı, sokakta sıradan insanlarla çekilmişken, biz sırça köşklere kilitlemişiz onu.
İkinci bir Mustafa Kemal olabilmeyi, devletin üst-makamlarına gelmeye koşullandırmışız.
Oturduğun yerde olabileceğin biri olamamış hiçbir zaman o.
Uzak hedef olmuş sana.
O makamlara gelenleri de beğenmemişiz zaten.
Atatürk bir çıta olmuş ve o çıtayı siyasetçilerin,
devlet adamlarının aşması beklenmiş.
Nedense sen onların akıllarına hiç gelmemişsin.
Herşeyi devletten bekleme!,
lafı oturmuş da herşeyi devlet adamından bekleme! lafı bi türlü oturmamış.
Gerçekte Mustafa Kemal, ne bir makamdır ne de bir mevki…
O bir bakış açısıdır.
O bir gözlüktür.
Gözü olan, bir yere bakabilen herkes onu takabilir.
Onu devam ettirebilir.
Taktım dediğin anda bitmiştir.
Din ve felsefe maskeli gericiliğin, o “olmayacak” dediği halde olmasının nedeni şu ana dek onu tam olarak anlayamayışımızdır.
Bakın çok basit bir örnek.
“Ne mutlu Türküm diyene”nin gerçekte ne demek olduğunu idrak edersen, her yanı Atatürk sembolleriyle dolu Türk Dil Kurumu’nu yerlebir etmen, yeniden inşa etmen gerekir.
“Ne mutlu Türk olana” ile “Ne mutlu Türküm DİYENE” arasındaki tek fark, ikinci lafın soyculuk yapmaması, kökenle ilgilenmemesi, “önemli olan bugün, burada, bizimle olman” demesidir.
Bu anlayışı dil alanına uygularsan;
Kökeni Türkçe olmasa da, dilimize girmiş, “bugün, burada, bizimle olan”, ben Türkçeyim diyen her kelimeyi Türkçe olarak kabul edersin. İçe dönük bir dil yaratma çabasını terk eder, dilini dünyaya entegre etmenin yollarını ararsın. Güzel, etkili, dilindeki boşlukları kapatan “yabancı” kelimelere açarsın kapını. Kendi güzel kelimelerini de öne çıkartırsın diğer yandan. Çağdaş bir dil yaratırsın. Kökene dayalı dilcilik yapmazsın. Hele bunun adına Atatürkçülük hiç demezsin.
Mustafa Kemal’i doğru anlarsan tabi.
Devlet işleri frekansı üzerinden değil, felsefe frekansından iz sürersen.
Onu bir makam değil bir bakış açısı olarak görürsen.
Onu Ortadoğu’nun yazgısını değiştiren, doğuyu yeniden doğuran bakış açısı olarak görürsen eğer.
Ne derlerse desinler. Bizler devam edeceğiz onun bıraktığı yerden.
Canım benim geçen mektup yazmış biri.” Ailecek çok gülüyoruz sana “diyor. Dünyayı değiştireceğiz falan diyoruz ya, çok eğlendiriyomuş burası orasını. En azından neşelendirmiş sözlerimiz onları. Ben onun için aynı şeyi ne yazık ki söyleyemiyorum. Çünkü baştan aşağı bir dramsın sen. İnançsızlığın, güvensizliğin, silikliğin, pasifliğin, sürünün içinde sürüklenip gitmenin travmasısın. En çok üzüldüğüm de, güldüğün bu insanların neler başardığını gördüğünde güvensizliğinin, silikliğinin, ezikliğinin dibe vuracak olmasıdır. Bence asıl Tanrı senin yardımcın olsun. Bize vereceğini çoktan verdi bile.
Mustafa Kemal…
O milli alanda başlatmiş devrimi.
Biz, manevi alanda devam ettiriyoruz.
Böyle olması da gerekiyor.
Hele bir insan ruhunu kurtaralım da esaretten.
Ondan sonrası kolay iş.
Ruh, şeytandan özgürlüğünü alacak kudreti bulsun da önce.
Ondan sonrası bir gecelik iş.
Bu “bir gecelik iş” lafı Dona’nın biliyorsunuz.
Geçenlerde bi gazete kupürü gördüm.
Hükümet takımından biri, kitabı taramış herhalde bizim.
Dona’nın Ortadoğu tezini cımbızlayıp, diline dolamış;
Bir gecelik iştir falan filan diye demeçler veriyor.
Lan olum iktidarsın sen.
Bi gecelik bi gecelik diyeceğine yapsana.
Kaç gecedir iktidarsın sen?
Neyse o taraflara söyleyeceğimiz çifter çifter sözlerimiz olacak.
Zamanı gelince tabi.
Şimdilik tembihliyiz Dona’dan.
Uslu çocuk olalım.
İşimize bakalım.
Planlarımızı doğru yapalım.
Cumhuriyet devriminin havada kalmış yanlarından,
dersler çıkararak yapalım planımızı programımızı.
Kendi davamız, kendi idealimiz penceresinden baktığımda, Cumhuriyet Devrimlerinden şahsen aldığım en büyük ders Mustafa Kemal’in yalnız bırakılmasıdır.
Tekleştirilmesidir.
Kişiler katına çekilmesidir.
Sevgi adına, liyakat adına yapılmıştır bu.
O “Bu millet, benim gibi daha binlerce Mustafa Kemaller çıkarır.
Beni de bir Türk anası doğurmadı mı?” demiştir.
O’nun arkasından “Bir Mustafa Kemal daha gelmez” demiştir onlar.
Bunu bir serzeniş olarak değil, “müjde” olarak dillendirmişlerdir.
Yalnız ve tek bıraktılar, çoğalmasına asla izin vermediler.
Mustafa Kemal öncü olmak istedi,
ardındakiler onu lider yaptılar.
Oysa ne güzel de öncü bir sıfat seçmişti kendine;
BAŞÖĞRETMEN.
Bu kelimeyi, kendisinden bahseden mütevazi sözleriyle birleştirince, buram buram çoğalmak isteyen, tek olmamak için bir tek yalvarmadığı kalan bir portre çıkıyor ortaya.
Gençlik demiş,
gelecek demiş,
damarlarındaki kan demiş,
her seferinde başarının adresini kendi dışında alanlara çekmek istemiş.
İzin vermemişler O’na.
Türk toplumu bu gerçeğin en yakın şahididir.
Tek bir kişiye mâl edilen, bir kişinin üzerine yıkılan bir devrim,
fazla uzağa gidemez.
Mustafa Kemal bunun en güzel örneğidir
Bir kişi, herkesi sırtlasın’la olmuyor işte.
Kur’an da bu yüzden “bizi güt demeyin bizi gözet deyin” dememiş miydi?
Bir faninin üzerine bırakınca kendini, kalıveriyorsun ortada.
BEN’lere değil
BİZ’lere ihtiyacımız bu yüzden var.
Oronos ile Rheanın oğlu Zeus değil hiçbirimiz.
İnsanız ve 21.yüzyılda yaşıyoruz.
Birşey yapmak isteyenlerin teklik değil birlik içinde olması gereken çağdayız.
Tarihe çok meraklı biri olmuşumdur hep.
Çocukluğumdan beri büyükadamları okumuşumdur.
Hayatıma damgasını vurmuş kitap babamın kitaplarından biridir:
Dünyanın çehresini değiştiren 12 Adam.
Kaç kere okuduğumu bilmem.
Tekrar ve tekrar.
Bu adamların doğruları nelerdi ve nerede yanlış yaptılar…
Çok okudum, “lider” portrelerine oldum olası ilgili oldum.
Sayısız hayat hikayesini nefes almadan okuyup,
kendimce dersler çıkardım.
Okumak falan da değil,
hepsinin üzerinde çalışma şeklinde birer birer.
Neleri yapmasaydı, başlattığı hareket daha çok yol alırdı.
Düşün babam düşün.
Nedense, neye hazırlıksa artık…
Tarihin sayfaları üzerinde bitmek bilmeyen fikir egzersizleri…
Ben, tarihin hiçbir sayfasında
Mustafa Kemal gibi bir devrimci, öncü, lider başka bir insan görmedim kardeşim.
En büyük eksikliği, zamanının yedi-sekiz yüzyıl ilerisinde olması…
Buna eksik denirse tabi.
Neyse ki kaderini, asker olarak yazmışlar.
Çok somut, çok gerçek bir alana yerleştirmişler.
Yoksa, filozof olurdu, halâ heyecanla okunan eserlerin sahibi olurdu,
ama bu kadar gerçek olamazdı.
Kader kitabının yazıcıları, gerçek ve somut dünyanın ortasına yerleştirmişler onu.
Çok da iyi yapmışlar.
Diğer hiçbirinde olmayan birşey var onda.
Nedir nedir…
Düşün babam düşün. (Babam beni andı)
Sonunda buldum o şeyi.
Napolyon, BEN Napolyon’um demiş.
Atatürk,
hepimiz Mustafa Kemal’iz demiş.
Aradaki fark burada işte.
Benlik duygusunun esiri olmamış,
biz olmanın yollarını aramış durmuş.
İnsanı bu denli allak bullak eden,
Gençliğe Hitabe gibi bir metni
başka hiçbir motivasyonla açıklayamazsın.
BEN işi değil o iş.
BİZ işi.
BİZ olmak için yalvarmış sanki.
Nesiller üzerinden çoğalmak istemiş.
Genetik değil manevi bir evladı tercih etmesi de sanıyorum bu yüzden.
Hazret-i Muhammed’e resmim çizilmeyecek benim dedirten şey her ne ise,
Mustafa Kemal’e geride biyolojik bir akraba bıraktırmayan şey de aynı.
KİŞİLER KATINDAN ÇEKİLMEK.
Arayın tarayın, bi akrabasını bulabiliyor musunuz bakalım.
Kişisel soyunu devam ettirmediği gibi, bütün izlerini de kaybettirmiş.
Olası bir Mustafa Kemal soyculuğuna müsade etmemiş, tedbirlerini fazlasıyla almış.
Hanedanlığa karşı duran adama yakışan da buydu.
Diğer tarihi portreler var ya. Evet, Atatürk’te onlarda olmayan birşey var. Sanıyorum onu farklı kılan, aslında kendisinden ziyade insanların ona olan bakışı.
Küçükken bir Atatürk defterim vardı. Gazetelerden kesip kesip onun resimlerini yapıştırırdım. Şiirler yazardım. Şimdi farkettim ki o resimleri hiç unutmamışım. Evet, Türk halkının ona olan bakışları bi değişik. Meşhur birini görmüş bakışları da değil, devlet büyüğü gelmiş heyecanı da değil. Başka bişey.
Bir milletin kişisel gelişim serüveni var Atatürklü fotoğraflarda… Kendini aşma çabası var. Olmadığını zannettiğin olanaklarını kullanmanın, neleri başarabildiğini farketmenin mutluluğu var. Aptalların aptallığı yakıştırdığı bir halkın, öğrenmeye olan düşkünlüğü var.
Genciyle yaşlısıyla aydınlanan ruhlar var.
Bana sorarsanız baştan aşağı müteşabih bir laftır;
Atam izindeyiz…
1- Seni bir öncü bildim. Ben de tıpkı senin gibi geleceğin devrimcisiyim. diyebiliyorsan ne mutlu.
2- Ben kim sen kim. Gerilerden gelen bir takipçinim ben sadece. diyorsan da ne yazık…
Herkes bu iki anlamdan hangisini kendisine daha yakın bulduğuna karar versin önce. 2 diyenler tribüne çıksın. B1r diyenlerle işimize bakalım biz de.
Resullük, nebilik… Bunlar dinsel öncülük yapan kişilerle ilintili kavramlar. Mustafa Kemal Paşa’ya bu tarz bir sıfat yakıştırmamız pek doğru olmaz. Fakat şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; Onda kesinlikle peygamber kumaşı var!
Evinizde kendiniz deneyin. Tarihi portreleri yanyana koyun. Mustafa Kemal titreşimlerinin benzerlerini sadece peygamber profillerinden alabildiğinizi farkedeceksiniz. Gandi’ler, Churchill’ler kesmeyecek sizi. Eliniz Filistinli İsa’lara, Mekkeli Muhammed’lere gidecek. Sakalı uzun dincilik, Haşa! İslam peygamberiyle ortak ne özelliği varmış Atatürk’ün derse onlara tek bir şey söylerim. Kelime bile etmem onlara. Rakam söylerim.
19 derim.
İslam’ın bir rakamı varsa, bu rakam 19’dur.
Ve bir insanın hayatında bir rakam bu kadar çok yer ediniyorsa vardır onda bir iş. 19 Mayıs 1919 gibi veriler, çok doğal geliyorsa hemen bir şey isteyelim onlardan. Ayarlasınlar, denk getirsinler hayatı 19’larla içiçe evlatlar sunsunlar bize. Bakalım getirebiliyorlar mı…
Öncülük. Çağımızın anahtar kelimesi budur. Dışı modern-içi demode yanımızın bir türlü anlayamadığı kavram da budur. Biz’im aramızdaki, yazan ve okuyan arasındaki akıl ilişkisini de bi türlü anlayamazlar bu arkadaşlar. Tanrı’nın doğum günü düşüncesine katılırsan, onun düşüneninin müridi olarak ilan eder seni. Bi de felsefik felsefik ateist demez mi kendine. Lan o zaman bütün fizikçiler de Einstein’ın müridi… Senin mantığa göre. Mantık kelimesini de lafın gelişi kullanıyorum tabi.
Bu işe çok kafa yormak lazım çok. Öncülüğe. Herşeyden önce Mustafa Kemal’i zihin dünyamızda öncülük koltuğuna bi oturtabilsek, önümüz epey açılacak. O zaman herşey farklı olmaya başlayacak. Makam da değil mevki de değil Mustafa Kemal. O sadece bir zeka biçimi. Şu gerçeği bi farketsen analar daha ne Kemal’ler doğuracak.
Daha doğrusu anaların zaten doğurmuş oldukları,
ansızın birer Kemal olacak.
O bir öncüdür ve O’na methiyeler düzdüğün anda Mustafa Kemal biter. Zararsız görünen bu eylem, öncü olanı sonlandırmaktır. Öncü çoğalması gereken kişidir. Onu, erişilmez konuma yerleştirmek Mustafa Kemal’e suikast düzenlemekten daha büyük suçtur. İzmir suikasti başarılı olsaydı Paşa’nın vizyonu bundan etkilenmez, yoluna bi şekilde, fenomenleşerek devam ederdi. Silahlı suikastlerin olur da vizyonlara düzenlenen suikastlerin telafisi olmaz. Silahla düzenlenenlerden misliyle daha tehlikelidir. Yolunu kaybettirir sana. Ve ne yazık ki bizim ülkemizde damlar, ilerici Atatürk’e nişan almış keskin nişancılarla dolu.
Artık methiyelerle yetinmeyi bırakıp,
öğretmenimize yakışır öğrenciler olmalıyız herbirimiz.
Ne isabetli bir tohumdur “Gençliğe” hitabe.
Buraya dikkat. Gençlere değil, gençliğe…
Genci de yaşlısı da üstüne alır.
“Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen… “
dendi mi 7-70 ayaklanır herkes.
Davamızı düşünüyorum.
Hayalimizi düşünüyorum.
Bize dayatılan düzeni düşünüyorum.
O koca çarkı düşünüyorum.
O çarkı nasıl tersine çevireceğimizi düşünüyorum.
Ne zorlukların üstesinden gelip,
neleri başaracağımızı düşünüyorum da…
Mustafa Kemal ve Tanrı’nın doğum günü’nü biraraya getirince içimden yüksek sesle ACABA? diyorum.
Hayır hayır acaba demiyorum çünkü eminim.
Ata’nın Gençliğe hitabesi ile “ayağa kalk” dediği kesim,
indigo neslinden başkası değil.
Biz’e sesleniyor o.
Ve mesajı alıyoruz Biz.
Mesajı aldıkça alev alıyorum ben.
19 Mayıs ruhu…
Tanrı’nın doğum günü devrimi…
7/70 indigo devrimcilerimiz…
Ve İstiklal barışı…
Sevgiyle”
BuRAK özDEMİR
*************************************************************
15 Mayıs 2011, 12:29:58
Hayvanlar aleminde hareketli gün…
Köyevindeyiz. Darlayı çapaladım dün. Çıplak ayakla. Şu 2 günde olanların özeti. Kirpik kirpisi gitti. İyi beslendi, güçlendi, zamanı geldi. Bahçeye çıkardık. Belki de buralarda kimbilir. Yaralı köpecik vardı hani. O köpecik şu an zıp zıp zıplıyor. Bi havlıyo bana, bak sen. İşte bugün onun oğlu uçurumdan aşağı ormana yuvarlandı. Saatlerce aradık, taradık bulamadık. Biz gittik sonra arkamızdan gelmiş. Her yeri diken. Bu sırada ben onu aramak için ormandan dönerken yolda kaplumbağa buldum. Onu aldım getirdim. Geziniyor bahçede. Kaplumbağa konusundaki personel açığımız da giderildi 🙂 Hayvan Kaynakları departmanımız iyi çalışıyor. Tosun mest. Bahçeye çağırdım köpek gibi yanıma geldi. Minyatür kaplanım. Heh bu arada bi de yavru kedi var evde. İsmi yok. Hayvanlara isim vere vere haznem boşaldı. İsimsiz kedi ekteki dosyada ilginize sunulmuştur 🙂
***************************************************
12 Mayıs 2011, 18:02:38
Ucuz kitap…
Bir kardeşimiz kitap fiyatlarının yüksekliğinden şikayet etmiş. ‘Gece aklına gelenleri yazıyor, bi de çok emek vermiş gibi çok para istiyor’ şeklinde bir ifadeyle. Emek vermeme konusunda susma hakkımı kullanıyorum 🙂 Sitede bunları çok yazıştık arzu edilirse okunabilir. Diğer yanda fiyatlar konusunda da şöyle bir çözümümüzün olduğunu hatırlatalım. Doğumgünü kermeslerinde, kapağı ezik çizik kitapları yarı fiyatına ulaştırıyoruz okuyucularımıza. Şu anda kitapçılarda 32 liraya satılan Levh-i Mahfuz’u kargosu dahil olmak üzere iki sigara paketi parasına, 14 liraya sipariş verebilirsiniz.
**************************************************
11 Mayıs 2011, 01:45:52
Hz. İsa’nın dönüşü…
Levh-i Mahfuz’dan itibaren bu konuda çok soru vardı.
Benim de kafamı çok kurcalıyordu.
Cevabı sonunda bulduk…
İsa’nın dünyaya yeniden gelişinde,
İsa’nın yeniden nasıl İsa olacağıyla ilgili
tanrısal metodolojinin rasyonel açıklaması,
yeni kitabımızdaki yerini almıştır.
İsa kardeşin dönüşünü bekleyenlerin ilgilerine sunulur.
**************************************************
9 Mayıs 2011, 21:19:41
Tarikatlar yazısı…
Sitemizde bir süredir bahsi geçen ve beklenen Tarikatlar yazısı, 20 sayfalık uzunluğuyla tüm tasavvuf yolcularının okuması gereken bir metin olarak yeni kitabımızdaki yerini almıştır.
*******************************************************
9 Mayıs 2011, 21:19:41
Tarikatlar yazısı…
Sitemizde bir süredir bahsi geçen ve beklenen Tarikatlar yazısı, 20 sayfalık uzunluğuyla tüm tasavvuf yolcularının okuması gereken bir metin olarak yeni kitabımızdaki yerini almıştır.
*******************************************************
7 Mayıs 2011, 12:52:18
Bebecikten güzel haber getirdim…:))))))
Hep çıkışta olan ve 900e ulaşan değer ilk defa azalma göstermiş. Hem de ne azalma. 500′e kadar inmiş. Doktor amcalarına, hemşire ablalarına gülücükler saçıyormuş. Ne kadar ne kadar ne kadar ne kadar ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Bu arada devletimiz de güzel haber vermiş. Bebeciğin ve refakatçisinin yurtdışındaki tümmm masrafları 3 ay karşılanacakmış. Gidecekler muhtemelen ona ileride faydası olabilecek ipuçları almak için ve bu durumun neden kaynaklandığını öğrenmek için gidecekler.
Bebeciğin annesi, telefonda muhteşem haberi verirken yoğun bakımda şifaya başladığımız ilk gecenin dönüm noktası olduğunu söyledi. Hemen sabahında değişmeye başlamıştı birşeyler zaten dedi. Ben içerideyken dışarıda onun elleri ateş gibi olmuştu zaten. Şunu düşündüm. Seneler önce bir gün parmağını yakıyorsun. Ve seneler sonra o parmak yanması belki de senin hayatını kurtarıyor. Demek istediğim şu. Seneler önce elini yaktığında ben şifa uygulayarak hemen iyi olmasına vesile olmuşum ve bu parmak yarasından aklına gelmiş bu frekansa başvurmak. Kader işte naparsın… Hepimize çok kıymetli dersler var bu serüvende. Yeni kitabımızın ilk okuyucusu oldu öncü bebek. Ne kadar ne kadar ne kadar ne kadar mutlu olduğumu anlatmam.
-bu sefer keyfimden çaldırıyorum site sirenlerini :)-
***********************************************
6 Mayıs 2011, 13:04:01
Kardeşe selam…
Bu yazıyı kardeşime söz verdiğim için yazıyorum, akşam yanına refakatçi olarak gittiğimde diyeceğim hikayeni buRAK’a anlattım ve eminim algı sıkıntısı var deseler de beni anlayacak. Kardeşimin 8 gün önce bir pıhtı sol beynini etkiledi, algı, konuşma ve vücudun sağ kısmı şimdilik işlevsiz, ödem yaptı kafatasını açtılar, çok şükür dün gece yoğun bakımdan çıktı. Konuyu internetten araştırınca Jill Bolte Taylor adında bir bilim insanının yaşadığı aynı olayın hikayesini dinleyince bu hastalığın (hastalık demek ne derece doğru bilmiyorum) tam kardeşime uygun bir şey olduğunu anladım, hani bir liste verselerdi eline burdan bir hastalık seç eminim o bunu seçerdi.
Çünkü beynin sağ yarısı sürekli ben diyen bir yer, sol yanı ise biz diyen bir yer. Sol yarı küreyi kullanan bir daha sağ yarı küreyi istemezmiş, sonsuz özgürlüğün, evrensel bütünlüğün, dar bedenden bağımsız hissedildiği bir durummuş. Ama öte yandan yaşı genç, bir anne, sorumlulukları var bu tarafta. Bize tam dönüş süreci ne kadar olur bilmiyorum ama döndüğü zaman müthiş tecrübelerle dönecek merakla bekliyorum bana anlatacaklarını ve kazandıracaklarını. Ben onun ablasıyım ama Tanrı’nın doğum günü’nü anlamamı sağlayan ve benden daha başarılı yaşayan O. Yanılmıyorsam buraya yazardı. Tarzından anlar sorardım bu yazı senin mi diye, akşama sevinecek biliyorum. Herkese çok sevgilerimle.
buRAK özDEMİR in NOTU:
Tanrı’nın doğum günü ailesi adına bu enteresan olguyu deneyimleyen bu kardeşimin Ben-Biz konusundaki, yeni bakışını öğrenmek, bu maceranın gezi notlarını okumak için sabırsızlanıyorum. Söyle ona lütfen. Şimdi de ben onu okumak istiyorum. Geçmiş değil yolu açık olsun. Yeni bilinci hayırlı olsun diyorum.
*******************************************************
6 Mayıs 2011, 12:55:19
Evlat kaybı… Bir meleğin hikayesi…
Merhaba buRAK özDEMİR. 19 martta 9 yaşındaki oğlumu kaybettim. 5 -6 yaşından beri sürekli olarak bana, Anne ben bu dünyaya ait değilmişim gibi hissediyorum, içimde öyle bir his var diyordu ve bunu son zamanlarda daha fazla dile getirmeye başlamıştı. Hislerinde yanılmamış biliyormuş. Bartu çok özel bir emanetti, ait olduğu yere geri döndü. Hayatıma girdiği için, onu kısa birsürede olsa yaşayabildiğim için, onun annesi olduğum için kendimi şanslı sayıyorum. 19 gün içinde herşey olup bitti. Bartu artık yok. Ama nasıl olduğunu bilemediğim bir güç ve sabırla yaşadım bu acı kaybı. Aynı günlerde levhi mahfuzla tanıştım. İki arkadaşım da aynı kitabı getirdi ve mutlaka okumamı istedi. Levhi mahfuz’la birkez daha huzur ve güç buldum. Henüz bitirmedim. Zaten bitmesini de istemiyorum. Hep yanımda olmasını istediğim bir dostumla konuşur gibiyim okurken. Senin kadar mükemmel anlatamasam da bu güzel kitabın içindeki ışığı, kendimce paylaşmaya çalışıyorum çevremdeki herkesle. Nasıl güzel bir kalp, nasıl güzel bir ruhtur ki sendeki; Bu kadar samimi anlatmışsın. İyi ki varsın iyi ki yazıyorsun…
buRAK özDEMİR in NOTU:
Evlat kaybı yaşamış, bu acının üstesinden bir şekilde gelebilmiş ruhların çok özel çok ileri ruhlar olduğuna inancım bir kez daha arttı. Böyle bir durumda, pozitif enerji yayıyor olabilmek tam bir mütekamil bir ruhun işi. O tarifsiz acının içinde bir güneş gibi doğduğunuz hepimize bu soğuk sabahta. Saygıyla eğiliyorum önünde. ‘Cennet annelerin ayakları altında’yı farklı hissettim şimdi. Anneler, o muhteşem tanrısal gönülleriyle, kolaylıkla ulaşabiliyorlar Bartu’ların yeni yurduna. ‘Ait olduğu yere geri döndü.’ bir dilek değil, çok sağlam bir istihbarata dayalı bir bilgi olarak titreşti bende. Bu kardeşimin resmini telefonuma yükledim. Uzun uzun baktım. Halâ öyle ışık saçıyor ki. Böyle bir güzelliğin vardan yokolması mümkün olamaz. Bu karanlık gezegenden göç etti. Ve sana katılıyorum annesi… O şu an ait olduğu aydınlıkta…
***************************************************
6 Mayıs 2011, 12:42:41
Enerjinin isim adres bilgisi…
Bütün Reikicilerden gelen ortak soru enerji yollamak için bu bebeciğin ismi ve yer bilgisi nedir şeklinde. Bu dostlarıma bir latife ile seslenmek istiyorum:
Hayrola dostlarım, kargo mu gönderiyoruz 🙂
Dua dileklerimizi onun etine değil güzel ruhuna gönderiyoruz. Bebeciğinin ruhunun adını da bilmiyorum, sonsuzluğun içindeki lokasyon bilgisini de. Tek bildiğim gönül frekansı üzerinden dünyada ulaşamayacağımız hiç kimsenin olmadığı.
Bebeciğin son durumuna gelince. En azından annesi çok daha iyi şu an. Daha dik ve yüzü gülebiliyor herşeye rağmen. Bebecik de daha enerjikmiş eskiye nazaran. Fakat alamet yani ishal, artarak devam ediyor. Literatüre geçmiş maksimum değer 700. Bizim bebeciğin ishal değeri ise maalesef 800…
Ambulans uçakla yoğun bakımda yurtdışına gidiş gibi astronomik bir bedeli devletimiz her vatandaşı için zaten karşılıyormuş. ‘Burada tedavisi yok.’ belgesi yeterliymiş. Bu güzel haber. Diğer ayarlamalar da yapılmaya çalışılıyor ivedilikle. Yurtdışındaki hastanenin astronomik masrafları konusunda da bir nebze de olsa, bir karşılama olabilir mi çabaları var. Bu noktada sorun şu. O aşamada kurallar biraz daha katı. Kağıt üstünde tedavisi var gibi görünüyor ancak bu tedavi ülkemizde uygulanıp da hayatta kalan bebek yazık ki yok. Zamanla yarış devam ediyor bir yandan. Ben herşeye rağmen bebeciğin iyileşeceğine ve anneciğine babacığına gülücükler atmaya kaldığı yerden devam edeceğine inanıyorum. Bu arada şimdi aklıma geldi. İsme ve lokasyona enerji olgusuyla ilgili sıradışı bir duruma sahip bu bebecik. İsim verseydim, ismi değişti. Adres verseydim, adresi değişiyor. Dileklerimizle erişemeyecek miydik ona? Kargomuz bize geri dönmeyecekti elbet. Ben şimdiden, gönlünüzden yükselen o saf enerji için hepinize teşekkür ediyorum. İnşallah güzellikle büyür, kendisi de eder 🙂
6 Mayıs 2011, 13:04:01
Kardeşe selam…
Bu yazıyı kardeşime söz verdiğim için yazıyorum, akşam yanına refakatçi olarak gittiğimde diyeceğim hikayeni buRAK’a anlattım ve eminim algı sıkıntısı var deseler de beni anlayacak. Kardeşimin 8 gün önce bir pıhtı sol beynini etkiledi, algı, konuşma ve vücudun sağ kısmı şimdilik işlevsiz, ödem yaptı kafatasını açtılar, çok şükür dün gece yoğun bakımdan çıktı. Konuyu internetten araştırınca Jill Bolte Taylor adında bir bilim insanının yaşadığı aynı olayın hikayesini dinleyince bu hastalığın (hastalık demek ne derece doğru bilmiyorum) tam kardeşime uygun bir şey olduğunu anladım, hani bir liste verselerdi eline burdan bir hastalık seç eminim o bunu seçerdi.
Çünkü beynin sağ yarısı sürekli ben diyen bir yer, sol yanı ise biz diyen bir yer. Sol yarı küreyi kullanan bir daha sağ yarı küreyi istemezmiş, sonsuz özgürlüğün, evrensel bütünlüğün, dar bedenden bağımsız hissedildiği bir durummuş. Ama öte yandan yaşı genç, bir anne, sorumlulukları var bu tarafta. Bize tam dönüş süreci ne kadar olur bilmiyorum ama döndüğü zaman müthiş tecrübelerle dönecek merakla bekliyorum bana anlatacaklarını ve kazandıracaklarını. Ben onun ablasıyım ama Tanrı’nın doğum günü’nü anlamamı sağlayan ve benden daha başarılı yaşayan O. Yanılmıyorsam buraya yazardı. Tarzından anlar sorardım bu yazı senin mi diye, akşama sevinecek biliyorum. Herkese çok sevgilerimle.
buRAK özDEMİR in NOTU:
Tanrı’nın doğum günü ailesi adına bu enteresan olguyu deneyimleyen bu kardeşimin Ben-Biz konusundaki, yeni bakışını öğrenmek, bu maceranın gezi notlarını okumak için sabırsızlanıyorum. Söyle ona lütfen. Şimdi de ben onu okumak istiyorum. Geçmiş değil yolu açık olsun. Yeni bilinci hayırlı olsun diyorum.
*******************************************************
6 Mayıs 2011, 12:55:19
Evlat kaybı… Bir meleğin hikayesi…
Merhaba buRAK özDEMİR. 19 martta 9 yaşındaki oğlumu kaybettim. 5 -6 yaşından beri sürekli olarak bana, Anne ben bu dünyaya ait değilmişim gibi hissediyorum, içimde öyle bir his var diyordu ve bunu son zamanlarda daha fazla dile getirmeye başlamıştı. Hislerinde yanılmamış biliyormuş. Bartu çok özel bir emanetti, ait olduğu yere geri döndü. Hayatıma girdiği için, onu kısa birsürede olsa yaşayabildiğim için, onun annesi olduğum için kendimi şanslı sayıyorum. 19 gün içinde herşey olup bitti. Bartu artık yok. Ama nasıl olduğunu bilemediğim bir güç ve sabırla yaşadım bu acı kaybı. Aynı günlerde levhi mahfuzla tanıştım. İki arkadaşım da aynı kitabı getirdi ve mutlaka okumamı istedi. Levhi mahfuz’la birkez daha huzur ve güç buldum. Henüz bitirmedim. Zaten bitmesini de istemiyorum. Hep yanımda olmasını istediğim bir dostumla konuşur gibiyim okurken. Senin kadar mükemmel anlatamasam da bu güzel kitabın içindeki ışığı, kendimce paylaşmaya çalışıyorum çevremdeki herkesle. Nasıl güzel bir kalp, nasıl güzel bir ruhtur ki sendeki; Bu kadar samimi anlatmışsın. İyi ki varsın iyi ki yazıyorsun…
buRAK özDEMİR in NOTU:
Evlat kaybı yaşamış, bu acının üstesinden bir şekilde gelebilmiş ruhların çok özel çok ileri ruhlar olduğuna inancım bir kez daha arttı. Böyle bir durumda, pozitif enerji yayıyor olabilmek tam bir mütekamil bir ruhun işi. O tarifsiz acının içinde bir güneş gibi doğduğunuz hepimize bu soğuk sabahta. Saygıyla eğiliyorum önünde. ‘Cennet annelerin ayakları altında’yı farklı hissettim şimdi. Anneler, o muhteşem tanrısal gönülleriyle, kolaylıkla ulaşabiliyorlar Bartu’ların yeni yurduna. ‘Ait olduğu yere geri döndü.’ bir dilek değil, çok sağlam bir istihbarata dayalı bir bilgi olarak titreşti bende. Bu kardeşimin resmini telefonuma yükledim. Uzun uzun baktım. Halâ öyle ışık saçıyor ki. Böyle bir güzelliğin vardan yokolması mümkün olamaz. Bu karanlık gezegenden göç etti. Ve sana katılıyorum annesi… O şu an ait olduğu aydınlıkta…
***************************************************
6 Mayıs 2011, 12:42:41
Enerjinin isim adres bilgisi…
Bütün Reikicilerden gelen ortak soru enerji yollamak için bu bebeciğin ismi ve yer bilgisi nedir şeklinde. Bu dostlarıma bir latife ile seslenmek istiyorum:
Hayrola dostlarım, kargo mu gönderiyoruz 🙂
Dua dileklerimizi onun etine değil güzel ruhuna gönderiyoruz. Bebeciğinin ruhunun adını da bilmiyorum, sonsuzluğun içindeki lokasyon bilgisini de. Tek bildiğim gönül frekansı üzerinden dünyada ulaşamayacağımız hiç kimsenin olmadığı.
Bebeciğin son durumuna gelince. En azından annesi çok daha iyi şu an. Daha dik ve yüzü gülebiliyor herşeye rağmen. Bebecik de daha enerjikmiş eskiye nazaran. Fakat alamet yani ishal, artarak devam ediyor. Literatüre geçmiş maksimum değer 700. Bizim bebeciğin ishal değeri ise maalesef 800…
Ambulans uçakla yoğun bakımda yurtdışına gidiş gibi astronomik bir bedeli devletimiz her vatandaşı için zaten karşılıyormuş. ‘Burada tedavisi yok.’ belgesi yeterliymiş. Bu güzel haber. Diğer ayarlamalar da yapılmaya çalışılıyor ivedilikle. Yurtdışındaki hastanenin astronomik masrafları konusunda da bir nebze de olsa, bir karşılama olabilir mi çabaları var. Bu noktada sorun şu. O aşamada kurallar biraz daha katı. Kağıt üstünde tedavisi var gibi görünüyor ancak bu tedavi ülkemizde uygulanıp da hayatta kalan bebek yazık ki yok. Zamanla yarış devam ediyor bir yandan. Ben herşeye rağmen bebeciğin iyileşeceğine ve anneciğine babacığına gülücükler atmaya kaldığı yerden devam edeceğine inanıyorum. Bu arada şimdi aklıma geldi. İsme ve lokasyona enerji olgusuyla ilgili sıradışı bir duruma sahip bu bebecik. İsim verseydim, ismi değişti. Adres verseydim, adresi değişiyor. Dileklerimizle erişemeyecek miydik ona? Kargomuz bize geri dönmeyecekti elbet. Ben şimdiden, gönlünüzden yükselen o saf enerji için hepinize teşekkür ediyorum. İnşallah güzellikle büyür, kendisi de eder 🙂
*********************************************************
4 Mayıs 2011, 21:45:02
Dua dilekleri…
Çok eski bir dostum. Kızkardeşim bildim hep. Yıllaar olmuş görüşmeyeli. Bir şekilde ulaştı. Yeni anne olmuş. Yaklaşık 2 aylık bu erkek kerata. Ne güzel bir haberdi, ne kadar sevindim anlatamam. Fakat şimdi bebecik bir süredir yoğun bakımda. Ambulans uçakla yurtdışına götürülmekten bahsediliyor. Birkaç gündür kitabın başından kalkıp karşıya geçip, özel izinle yoğun bakıma yanına girip dokunuyorum. Şifaya vesile olmak amaçlı. Böyle birşey yapmadığım bilinir normalde, dua ederim sadece. Hani iki elin kanda derler ya. Bütün ellerim bu kadar kitaptayken beni masadan kaldırıp oraya gönderen içimdeki ses. Kitaptaki yeni şifa konseptinin örneği oldu birden. Öncü bebek diyorum ben ona. İsmiyle ilgili bir itirazının olduğu sezgisini aldım yanındayken. Bazı geri bildirimler hissettim kuvvetle. Tam annesine isim değişikliği gerektirebilecek bu durumu şu saatte nasıl anlatacağımı düşünürken, ‘İnanabiliyor musun daha nüfus kağıdını çıkartmadık… Yarınki ilk işimiz o’ diyince gözlerim parladı. Eee, bu konuda anlatacaklarım var dedim.
İsim değişikliği gerçekleşti bugün. Birlikte başladığımız ilk noktaya nazaran daha enerjikmiş. Geceden sabaha gelen bir dinamizmle emziğini kuvvetle emmeye başlamış. Enerji pozitif, durum istenen noktada değil. Herhangi bir tıbbi tanının olmadığını da belirtelim. İyi olacağına inancımın sonu yok. İnşallah iyileşecek çıkacak hastaneden. Bir başka parmak çocuk olarak resimlerinden seveceğiz onu. Saatim gelmeden önce aklıma geldi. Bizim parmak çocuğu yıkadığımız sırada. O da ne büyük eğlence. Hem ona hem bize. Kendi çocuğuna 1 veriyorsan, diğer çocukların da hepsinin toplamına en az 1 ver ilkemiz ağır basıyor şu sıra. Parmak çocuk sevgisi her geçen gün katlandıkça, bunun vergisini ödemek ve helal bir sevgi haline getirmek duygusu ağır basıyor. Sevgiyle birlikte yeşeren bir sorumluluk duygusu bu. O nedenle, öncü bebek konusunda dokunsan eee gözlerim dolacak durumdayım. Son yıllarda hiçbirşey için bu kadar şiddetle dua etmemiştim.  Aklıma ve gönlüme düşen fikir şu oldu. Düşündüm ki benim çook geniş bir ailem var. Hepsi de gönlü güzel, fikri hür ve nefesi kuvvetli özel güzel insanlar. Onlardan dua dilekleri alalım, onların da güzel enerjilerini hissedelim yanımızda. Bu bebek milletinin kulağı herşeyleri duyuyor, algılıyor. İçimizden iyileşmesini dilemek gibi de değil. Şöyle gökyüzü avuçlarımızın içini bir görsün. Uzun süreli ya da kıs metraj. Gönlünden ne koparsa. Haydi, site sirenleri bu güzel için çalsın bu sefer de.
***************************************************************
4 Mayıs 2011, 18:04:51
Evrendeki Şans Algoritması başlıklı yazı…
Yeni kitabımızdaki yerini almıştır. Kendi kaderine hükmetmek isteyen tüm ilgililerin bilgisine sunulur.
*****************************************************
3 Mayıs 2011, 14:05:27
Soldaki çocuk…
“Dün gece seni düşündüm buRAK, Daha önce de bu satırlardan mesajlar yayınlamaya çalıştım ama olmadı. Nedenini bilmiyor ve senin yapmaktan en çok keyif aldığın şeyi yapmıyor, sorgulamıyorum. Kaynakla bağlantını sorgulamaya başladım ben esasen. Sana karşı hissettiklerimi sorgulamaya başladım. Şu elinde balon olan çocukla ilgili yazdığın yorum yaralanmama sebep oldu. Benim de bir kızım var. O’nun eline balon da veriyorum, yüreğimden yüreğine sevgi de. İnsanların iç dünyalarına daha saygılı olunması gerektiğini düşünüyorum. Şimdi ben çocuğum hayatı öğrensin diye onunla çöp toplamaya mı çıkayım. Sen neden sokakta yaşaması gereken kedilerine evde konforlu bir hayat ve yiyecek veriyorsun.
Çocuklarla ilgili yazdıkların sistemle çelişir durumda. Çocuklar rasgele dünyaya gelmezler, ihtiyaç duydukların deneyimleri yaşayabilmek için sıraya girmiş ruhlar O’nlar hatırladım mı buRAK.
Yaşam seni fazlası ile karamsar yapmış görünüyor.”
buRAK özDEMİR in NOTU:
Çocuklarımıza balon almayalım ve onları pazar günü çöplükte gezintiye götürelim. Çöp toplatalım. Benim fotoğrafımdan sana bu mesajlar ulaştıysa, biraz daha sorgulanmayı isteyebilirim senden. Benim de çocuğum var biliyorsun. Onun da balonları olacak. Ve aynı resimdeki gibi, ben de onu arabasına bindirip gezmeye çıkartıyorum. Sayfalarca yazabileceğim bir fotoğraftı lakin kitap üstünde olduğum için çok kısa geçmek zorunda kaldığım pasajda anlatılan şey, balonları olan çocuk herşeyi olan çocuk mudur?dur. Gözler böyle fotoğrafta sağa kilitleniyor hep. Hayırseverlerin sağdaki çocuğu yardıma boğması gibi.
Ya soldaki çocuk? ‘O otursun oturduğu yerde. Şükretsin haline. Bak, onu bulamayanlar da var.’ denilecek ona, oturacak oturduğu yerde. Saygı duyulmalı ile kastettiğinin ne olduğunu bilmiyorum fakat benim için saygıda öncelik, senin ona verdiklerin değil onun senden isteyebileceklerine saygıdır. Çöp toplayan çocuk çok büyük olasılıkla hayatı daha iyi tanıyan bir çocuk olacak. Bu, annesinin babasının soldaki çocuk için, ekstra gayret sarfetmesini gerektiren bir durum. Aradaki fark, elbette telafi edilebilir. Arada bir fark olduğunun farkında olmak şartıyla. Varlıklı bir tanıdığım, çocuğuna kıymetli oyuncak alacağı zaman ona harçlıklarından oluşan bir bütçe yönetme erdemleri kazandırmıştı. Belirli bir geliri vardı çocuğun. Bir oyuncak mı istiyor? Gelir durumuna bakılıyor. 1 lirası varsa biriktirdiği, biriktirdiği kadar da babası ekliyor. 2 lirası var ve 2 liraya dilediği herşeyi alabiliyor. Çaba gösterterek veriyordu birşeyleri ve bu benim aklıma fazlasıyla yattı. Biliyor musun o çocuk büyüdü ve babası ona gerçek arabasını da bu yolla aldı. Bizim evde çocuğuna vermek konusunda ölçüyü taşırma riski olan birisi olduğu için, bu günlerde senin karamsarlık dediğin şeyle, hayatın bu yönünü nasıl kazandırabilirim ona’ya kafa yoruyorum ağırlıkla. Paylaşıyorum da. Bu, kraliyet ailelerinin de çabasıdır. Hanedanın taze mensuplarının, sokaktaki acımasız hayatla arasındaki bağın güçlü olması için türlü türlü yollar denerler.
Sağlı-sollu fotoğraf birçoklarımızı ters köşeye yatırdı. Bunu Tanrı’nın doğum günü’ndeki bence en unutulmaz yerlerden biri olan, çöp toplayan çocuğun reklamcı çocuğa BİR MUTLULUK TİMSALİ olarak tanıtıldığı bölümün atlanmış olmasına bağlayabilirim. ‘Mutluluk sokağından geçiyor’lu o bölüm bence hepimizin monitörlerinden şöyle bir geçti canlı olarak. Eski reflekslerimizle yorumladık yer yer…
Çocuklar için hüzünleniyorsak diğeri için de hüzünlenmesi gereken çok şeylerin olduğunu ifade ettim sadece. ‘Çocuklar karmada neye ihtiyaçları varsa onu seçerek ve onu bilerek geliyorlar’ cümlesinin bir ebeveyn için çok tehlikeli bir cümle olduğu konusunda bir dostun olarak seni uyarmayı da borç bilirim. Bu seni, olduğun gibi kalmaya, değişmemeye ve çocuğuna uyumlanmamaya teşvik edebilir. Anne babalarda gördüğüm bu yanılgı, ‘Malzeme budur çocuğum, işine gelirse’ye götürebiliyor onları. Sen onlardan olma. Çünkü ‘çocuğun karmasını ona göre seçiyor’ olduğu doğru değil. Annesi tarafından işkencelere tabi tutulan çocuk karmasında işkenceyi yaşamak istediği için mi o aileyi seçti? Ya da babası tarafından c. tacize uğratılan kız çocuğu, bu enkarnasyonda ihtiyacım olan cinsel tacizdir dediği için mi orada? Hayır değil. Lugatlarımızdan acilen silelim, kazıyalım bu tümceyi.
Bu konu başlığı altında yazıştıklarımızın, bu çocuklara çok olumlu yansımalarının olacağını düşünüyorum. Eskisi gibi balon almaya devam edeceksin, zaten etmelisin de. Ama bir eline balon diğer eline elma şekeri tutturulmuş çocukların tüm ihtiyaçlarının giderilmiş olduğu rahatlığında eminim ki olmayacak hiç kimsede. Acı söyledim ama zihnine gereken çengeli de attım. Kaynağım beni gece rahat uyutur.
Çocuklar için yapılan kimi oyuncaklarda çocuklara atfedilen aptallığı ve yüzeyselliği gözlemlerim. Halbuki onlar çocuk değil. Onlar İNDİGO. Ve o halleriyle bile kafaları senden benden daha iyi çalışıyor. Demin bir dostumun parmak çocuk resmi için yaptığı yorum gibi. Bunların yaşı da aslına bakarsan bizden büyük.
Çocuklar konusunda, annelerin babaların arasına yeni katıldım. Levh-i Mahfuz Kur’an felsefesine uyumlu, özgür, tuttuğunu koparan, hayallerini gerçekleştirebilen ve tüm bunları yaparken tekamül edebilen fert yetiştirmek nasıl olur bunun üzerinde çalışıyorum. Yaptığım bu. Bence herkes çalışmalı. O daha çocuuuk’tan, O BİR İNDİGO’ya geçiş hiç de zannedildiği kadar basit bir fikir değişikliği değil. Bu yepyeni bir paradigma.
Bu arada bir de balon anısı benden. Cebimde balon taşıyorum. Emir için. Bir yerdeyiz gel Emir balon dedim. Çığlık atarak koştu yanıma. Balonu şişirmeye başladım. Emir acele ediyor. Diyo Diyo Balon diyo. Balon şişirdiği sırada delinmesin mi? Ciuuuv diye inmesin mi sonradan. Çocuğa balonu unutturmak için balonu yutmayı düşündüm o an 🙂 Neyse sonra tatlıya bağladık işi. Yedek balon taşımayı ihmal etmesin kimse 🙂
**********************************************************
3 Mayıs 2011, 12:15:44
Parmak Çocuk HipHopçu…:) Güncellendi…
bebe buRAK özDEMİR
Fotoğraf hakkında bir küçük bilgi.
Fotoğrafın çekildiği yer bizim kitap taşıma aracının arkası.
Altı değiştiriliyor da 🙂
Yeni kitapla ilgili çok önemli görüşmelerimiz oldu bu dönemde.
Parmak Çocuk hepsine geldi bizimle.
Sanıyorum ayağı da uğurlu geldi keratanın.
Herşey güzel gitti 🙂
İleride ben bu işin çekirdeğinden yetiştim dese yeridir.
İlk iş toplantıya gidişi 60 günlük 🙂
********************************************************
3 Mayıs 2011, 12:03:53
Keyifli alışveriş dergisi…

KEYİFLİ ALİŞVERİŞ

Keyifli Alışveriş isminde
çok cici yeni bir dergi çıkmış.
Henüz ilk sayısı.
Almak isteyebilirsiniz gibime geldi.
İlk sayısında
Levh-i Mahfuz tanıtımına yer vermişler sağolsunlar.
Ben de buradan duyurmayı bir borç bildim.
D&R’lerden, gazete bayilerinden
temin edebilirsiniz efendim.
*************************************************************
2 Mayıs 2011, 11:48:26
‘Taziye’…
Deccal kod adlı
Mossad personeli
Usame Bin Ladin,
Bayıltıcı gazlar maharetiyle
neye uğradığını bile anlamadan
yakalanacağı yerde
‘direndi öldürdük biz de…’
denilerek
kalemle çizilmiş gibi
simetrik kurşun isabetleriyle
konuşamadan, konuşturulmadan
11 Eylül gizeminin
aralanmasına fırsat verilmeden
ortadan kaldırıldı…
Olay yeri niteliğindeki villa da yakıldı
ve dava kapandı.
Başın sağolsun insanlık.
Büyük fırsatın,
şu an denizin dibinde yatıyor.
***************************************************
28 Nisan 2011, 22:33:15
Hazret-i Ömer’in Kadim Adaleti…
Hazret-i Ömer’in Kadim Adaleti başlıklı bildirge,
bugünün iktidar sarhoşluğu içindeki dindarlarını
uyandırmak göreviyle,
yeni kitabımız KKD’deki yerini almıştır…
***********************************************************
28 Nisan 2011, 12:15:57
Çağ…
Bir dostum Çağrı filminde gördüğü ve etkilendiği bir şeyi yazmış. Bizim kitabımızla Çağrı’nın en örtüştüğü o yer, benim de hiç aklımdan çıkmayan sahnelerden biridir. Bizim sinema filmi için ilk yazdığım birkaç nottan biri de odur. Dostumun mesajını Tanrı’nın doğum günü sinemasından kareler içerdiği için sansüre uğrattım. Bu mesajımı da aramızda hoş bir anı olsun diye, filmi izlediğinde hatırlarsa bu yazışmayı hatırlasın diye yazdım. Kitaptan sonra ver elini film…
*********************************************************
28 Nisan 2011, 12:02:24
1 yazı 3 konu…
3 tane konuda oluşan bir yazı yazalım. 3 dostumun isteği. Seçimler konusu, yıkılan heykel konusu bi de şu meşhur sınav konusu… Kitabın son kontrolleri bitsin ondan sonra…
*********************************************************
27 Nisan 2011, 12:56:48
İstanbul medeniyeti…
2012′de başlatılacak olan projeyle İstanbul artık içinden ‘iki deniz’ geçen bir şehir olacakmış. Bunu da ‘Kanal’ İstanbul isimli projeye borçluymuşuz… Ne diyebilirim? Bana uyar ,eminim Levh-i Mahfuz okuyucularına da öyle 🙂
**********************************************************
23 Nisan 2011, 13:06:35
Yeni bir 23 Nisan konsepti…
TRT’nin 23 Nisan şenlikleriyle büyüdük. Bu vesileyle çocukluğumun en sevdiğim şarkıcısı Barış Panço’ya bir selam…
Bir ülkenin böyle önemli bir gününü çocuk bayramı olarak kutlaması, değil Ortadoğu, Avrupa bölgesi için bile ne büyük bir iştir.
Böyle dev bir fikirden çıkma 23 Nisan şenliklerinde eksik olan şeyin ne olduğunu arıyorum yıllardan beri. Sanıyorum buldum.
Düşünceme göre, dünya çapında bi rmesele haline gelmesi gereken bu günün, okullar arası resmi yazışmalar, uluslararası öğrenci değişim programları ölçeğinde kalması, örneğin bir turiste sorduğunda, ‘Ulusal egemenliğini Çocuk Bayramı olarak kutlayan o muhteşem ülkeye geldik’ dememesi, büyük bir eksiklik konusu. Türk’ün Türk’e ‘uluslarası’ etkinlik düzenlemesi durumu var biraz.
23 Nisan’ın ulusal değil global çocuk bayramı olması hayalimin önündeki engelleri arıyorum biraz da… Bu günlerde seçime girecek partiler, vaatlerini vaad etme yarışındalar. 2023′e kadar uzananları var. Acaba içlerinden neden böyle sosyal politika fikirleri çıkmaz? Nedeni şu. Mustafa Kemal’deki o duygusal zekâ, espri anlayışı gibi çevrilen aslında insanîlik sezgisi olarak çevirmenin daha doğru olacağı sense-of-humour bugünün hiçbir liderinde yok. Problem değil dünyada da yok zaten… İş-aş ekseninde gidiyoruz gündüz gece.
Bu milli değerimizin dünyaca kabul edilmiş küresel bir değere dönüştürülmesi hedefi için gene de geç olmamalı.
23 Nisan’larımızda eksik olan ve bizi dünya ve tarih çapında bir fikre götürecek olan nokta şu:
Kendi içindeki farklı ırkların çocuklarını kardeşlik içinde yaşatamayan bir ulus,
Dünyanın farklı milliyetlerinin çocuklarını biraraya getirmesi  pek inandırıcı olmuyor…
Ne dışarıda, ne içeride. Göz zevki alsan da, sana da çok derinlerden dokunmuyor.
Yüklenebilecek pek çok anlam varken, 23 Nisanlarımız etkinlik olmaktan öteye gidememekte.
Bugün 23 Nisan değil de, 23rd of April olsaydı ve bizler de Amerika’da yaşıyor olsaydık,
her yıl milyonlarca çocuk akın ederdi ülkeye.
Egemenliğin çocuklukla eşleştirildiği o ülkeye giderdi herkes.
Bugün sadece davet edilen okullar geliyor…
Ortada Levh-i Mahfuz’un sen değişirsen herşey değişir ilkesine bir aykırılık var ve bu da sevinci kursakta bırakan, duygu dünyamıza nüfuz etmeyen, sadece ulusal duygulanmalarımız sayesinde duygulandıran bir gün doğuruyor. Yani ben ülkemi bu kadar sevmesem de beni yakalayabilesi bir gün ve konsept bu. Bugün ise malesef sadece ‘ulusal’ bayram.
Daha fazla tutamıycam kendimi, aklım hep çözümde, muhteşem olduğuna gönülden inandığım fikre geliyorum hemen 🙂
23 Nisan’ları 2 perdeli bir etkinlik olarak yeniden dizayn edelim.
Perde 1: Yurtta barış.
Perde 2: Dünyada barış.
Birinci Perdede tahmin ettiğiniz gibi, KÜRT ÇOCUKLARI, ALEVİ ÇOCUKLARI, YALINAYAK ROMAN ÇOCUKLAR ve artık etnisite değil entite kim varsa hepsinin, İstanbullu, İzmirli, Kayseri vs.li çocuklarla gerçekleştirdiği bir kardeşlik gösterisi. TRT Ekranında KÜRT kelimesini ALEVİ kelimesini duymak istediğimin de altını çizerim. Onlara ayrı kanal yapmak benim derdimi çözmüyor. Bir buluşmaya ihtiyacım var benim. Herkesin kendi kelimesiyle. ‘Efendim aslında bu çocuklar baba tarafından Kürt sayılır’larla idare etmeler değil. O kelimeyi ve ulus konseptimizde ‘öbürkisi’ olagelmiş [Geçenlerde buluştukları meydanın önünden geçtiğim ÇERKEZ kardeşlerin kelimeleri de dahil] tüm kelimelerin telaffuz edildiği, bu kelimelerin gösteride gözlerimize gördürüldüğü bir gösteri hayalim var.
Perde 2′de de bildiğimiz uluslararası konsept sahne alıyor. Tek bir farkla, İranlı çocukları Amerikalı çocuklarla, İsrailli veletlerin, Filistinli bebelerle birlikte hazırladıkları medeniyetlerin kardeşliği gösterisi başlığı altında. Off… Ne gösteri… Sigara içenlerimiz sıradaki sigaralarını benim için yaksınlar çünkü fena halde keyiflendim. Gösterinin fikri böyleyse kendisi nasıl olur düşünemiyorum…
Perde 2′deki uluslararası gösterilerin, kılıç kalkan ekibi havasından kurtarılması lazım. Herkesin gelip kendi milli değerlerini sergilemesi anlam ifade etmiyor artık. O değerlerden ortak bir değer yaratabiliyor muyuz mesele budur. Güzellik de buradadır.
Bu vesileyle 23 Nisan Global Çocuk Bayramı Şimdiden Kutlu Olsun.
******************************************************
20 Nisan 2011, 16:04:08
Astroloji Sarsıntısı…
Daha önce sözünü verdiğim Astroloji manifestosu, yeni kitabımızdaki yerini almıştır.
Aşağıdaki ekipmanlar bizde,
kitaplar son düzlüğe girdiğinde,
sıralama ve sayfa düzeni aşamalarına gelindiğinde,
mutlu sona az kaldığında biraraya gelirler…
7
*************************************************************
23 Nisan 2011, 13:06:35
Yeni bir 23 Nisan konsepti…
TRT’nin 23 Nisan şenlikleriyle büyüdük. Bu vesileyle çocukluğumun en sevdiğim şarkıcısı Barış Panço’ya bir selam…
Bir ülkenin böyle önemli bir gününü çocuk bayramı olarak kutlaması, değil Ortadoğu, Avrupa bölgesi için bile ne büyük bir iştir.
Böyle dev bir fikirden çıkma 23 Nisan şenliklerinde eksik olan şeyin ne olduğunu arıyorum yıllardan beri. Sanıyorum buldum.
Düşünceme göre, dünya çapında bi rmesele haline gelmesi gereken bu günün, okullar arası resmi yazışmalar, uluslararası öğrenci değişim programları ölçeğinde kalması, örneğin bir turiste sorduğunda, ‘Ulusal egemenliğini Çocuk Bayramı olarak kutlayan o muhteşem ülkeye geldik’ dememesi, büyük bir eksiklik konusu. Türk’ün Türk’e ‘uluslarası’ etkinlik düzenlemesi durumu var biraz.
23 Nisan’ın ulusal değil global çocuk bayramı olması hayalimin önündeki engelleri arıyorum biraz da… Bu günlerde seçime girecek partiler, vaatlerini vaad etme yarışındalar. 2023′e kadar uzananları var. Acaba içlerinden neden böyle sosyal politika fikirleri çıkmaz? Nedeni şu. Mustafa Kemal’deki o duygusal zekâ, espri anlayışı gibi çevrilen aslında insanîlik sezgisi olarak çevirmenin daha doğru olacağı sense-of-humour bugünün hiçbir liderinde yok. Problem değil dünyada da yok zaten… İş-aş ekseninde gidiyoruz gündüz gece.
Bu milli değerimizin dünyaca kabul edilmiş küresel bir değere dönüştürülmesi hedefi için gene de geç olmamalı.
23 Nisan’larımızda eksik olan ve bizi dünya ve tarih çapında bir fikre götürecek olan nokta şu:
Kendi içindeki farklı ırkların çocuklarını kardeşlik içinde yaşatamayan bir ulus,
Dünyanın farklı milliyetlerinin çocuklarını biraraya getirmesi  pek inandırıcı olmuyor…
Ne dışarıda, ne içeride. Göz zevki alsan da, sana da çok derinlerden dokunmuyor.
Yüklenebilecek pek çok anlam varken, 23 Nisanlarımız etkinlik olmaktan öteye gidememekte.
Bugün 23 Nisan değil de, 23rd of April olsaydı ve bizler de Amerika’da yaşıyor olsaydık,
her yıl milyonlarca çocuk akın ederdi ülkeye.
Egemenliğin çocuklukla eşleştirildiği o ülkeye giderdi herkes.
Bugün sadece davet edilen okullar geliyor…
Ortada Levh-i Mahfuz’un sen değişirsen herşey değişir ilkesine bir aykırılık var ve bu da sevinci kursakta bırakan, duygu dünyamıza nüfuz etmeyen, sadece ulusal duygulanmalarımız sayesinde duygulandıran bir gün doğuruyor. Yani ben ülkemi bu kadar sevmesem de beni yakalayabilesi bir gün ve konsept bu. Bugün ise malesef sadece ‘ulusal’ bayram.
Daha fazla tutamıycam kendimi, aklım hep çözümde, muhteşem olduğuna gönülden inandığım fikre geliyorum hemen 🙂
23 Nisan’ları 2 perdeli bir etkinlik olarak yeniden dizayn edelim.
Perde 1: Yurtta barış.
Perde 2: Dünyada barış.
Birinci Perdede tahmin ettiğiniz gibi, KÜRT ÇOCUKLARI, ALEVİ ÇOCUKLARI, YALINAYAK ROMAN ÇOCUKLAR ve artık etnisite değil entite kim varsa hepsinin, İstanbullu, İzmirli, Kayseri vs.li çocuklarla gerçekleştirdiği bir kardeşlik gösterisi. TRT Ekranında KÜRT kelimesini ALEVİ kelimesini duymak istediğimin de altını çizerim. Onlara ayrı kanal yapmak benim derdimi çözmüyor. Bir buluşmaya ihtiyacım var benim. Herkesin kendi kelimesiyle. ‘Efendim aslında bu çocuklar baba tarafından Kürt sayılır’larla idare etmeler değil. O kelimeyi ve ulus konseptimizde ‘öbürkisi’ olagelmiş [Geçenlerde buluştukları meydanın önünden geçtiğim ÇERKEZ kardeşlerin kelimeleri de dahil] tüm kelimelerin telaffuz edildiği, bu kelimelerin gösteride gözlerimize gördürüldüğü bir gösteri hayalim var.
Perde 2′de de bildiğimiz uluslararası konsept sahne alıyor. Tek bir farkla, İranlı çocukları Amerikalı çocuklarla, İsrailli veletlerin, Filistinli bebelerle birlikte hazırladıkları medeniyetlerin kardeşliği gösterisi başlığı altında. Off… Ne gösteri… Sigara içenlerimiz sıradaki sigaralarını benim için yaksınlar çünkü fena halde keyiflendim. Gösterinin fikri böyleyse kendisi nasıl olur düşünemiyorum…
Perde 2′deki uluslararası gösterilerin, kılıç kalkan ekibi havasından kurtarılması lazım. Herkesin gelip kendi milli değerlerini sergilemesi anlam ifade etmiyor artık. O değerlerden ortak bir değer yaratabiliyor muyuz mesele budur. Güzellik de buradadır.
Bu vesileyle 23 Nisan Global Çocuk Bayramı Şimdiden Kutlu Olsun.
*****************************************************
15 Nisan 2011, 19:19:25
Levh-i Mahfuz’dan taptaze bir mahkeme anısı…:)
Aylaar önceden belli olan duruşma günü geldi çattı. Bu duruşmaya katılacaktım. Nasıl da üşeniyordum kitabın başından kalkıp duruşmalara gitmeye. O sabah nasıl bir fırtına karşıladı bizi evde… Zangır zangırdı her yer. Fırtınalı bir gün olacak bugün dedim. Fırtınalı değil son derece matrak, zevkli ve anlayanına mucizelerle dolu heyecanlı bir gün oldu.
İlk düşündürücü ‘tesadüf’, Levh-i Mahfuz mahkemesinin imamın ordusu kitabının mahkemesiyle aynı adliyeye, aynı güne ve aynı saate denk düşmemizdi. Adliyeye gittiğimde her yer ‘Kitaplara Özgürlük’ sloganlarıyla inliyordu. Duygulanmadım dersem yalan olur 🙂 İçerisi hınca hınç doluydu. Kameraların, gazetecilerin arasından, dolan dolan bir hal oldum.
Bu güzel zamanlamalı mahkeme başladı. Hakim çok şeker bir hanımdı. Hakim sordu. Kitabı anlattım. Mahkemeden isteğin var mı dedi. Var dedim. Kitabın birilerine değil bizzat mahkeme başkanı tarafından okunmasını isterim dedim. Ben bu kitabı okuyacağım merak etme dedi 🙂
Bi tane avukat göndermişler, bir kişi var bizim dışımızda karşımızda. ‘Savcılık’ yapma niyetiyle geldi herhalde ama pek öyle olamadı 🙂 Hakime, bu kitabın insanları diniyle buluşturduğunu, bu kitabın bu mahkemede iddia edilenin tam tersini yaptığını, bu mahkemeyi açtıran davaya müdahil olan kişilerin, bir dinci bir cemaat adına  şikayette bulunduğuna dair bulgularımızın olduğunu söyledim. Bu kadar. Ne isim ne birşey. Fakat buradan sonra bence mucizesel birşey oldu. Mahkeme bitti. Hani, herkes hareketlenir dışarı doğru hareket eder ya. Kitap aleyhinde savcılık yapsın diye gönderilen avukat salondan çıkmadı. Kaldı. Şu hayat ne ilginç Tanrı nasıl da gafil avlıyor insanları. Bir sonraki duruşma, aynı mahkemede, aynı hakimle. Avukatın bir sonraki duruşmada temsil ettiği kişi, tam da bahsedilen cemaat liderinin ta kendisi çıkmasın mı? 😀 Başka bir yazara açtıkları bir dava.
Anlayacağınız, alınlarında koca bir yazıyla oturdular hakimin karşısında: ‘Evet sayın hakim, aynen ‘sanığın’ dediği gibi. Yalan söyledik. Biz bu kitabı dinci bir örgüt adına şikayet ettik aslında.’ damgasıyla oturdular ya, buna çok güldüm yol boyu. Mahkemede okunan ve isnad edilen suç yeterince eğlenceliydi. ‘Tanrı’nın üzerine pizza kutuları devirmek, Tanrı’nın iyi bir gelecek vaad ettiğini iddia etmek’ yeterince eğlenceliydi. Bir de bu gafil avlanma, tam üzerine geldi.
Eve döndüğümde keyfim çook yerindeydi. Müdahil tarafın, ‘Bi soru sorabilir misiniz kendisine sayın hakim bir soru sorabilir misiniz?’ dediği o ‘vurucu’ soru ve benden aldığı cevabı da aşağıya iliştirir, Tanrı’dan herkese böyle keyifli günler yaşatmasını dilerim.
mahkeme tutanağı
*****************************************************
11 Nisan 2011, 23:52:14
Yeni kitaptan…
Kitap 550 sayfanın üzerinde… Çok üzerinde olmaması temennimiz 🙂 Cumartesi kara bir cumartesiydi benim için. Kitaptan bir bölüm uçtu kompiterden… Farklı bir altyapı ile çalışıyorum bu kitapta daha sağlam olması için herşeyin ve fakat sistemdeki kör bir nokta çok önemli bir bölümü uçurdu. Böyle acılara alışkınım. Yıl 2102′nin il 25 sayfası uçmuştu. İlk kitabım daha… Zihnimden o 25 sayfayı kelime kelime çıkartıp yeniden yazmıştım. Kesinlikle daha iyi olmuştu. Cumartesi de kelime kelime beynimden çıkarıp tekrar yazdım. Kedi alacaklar dikkat. Şu an sağ kolumun üstüne yatan kedi, yazmayı nasıl güçleştiriyor 🙂 ‘Kitap yakan Müslümanlar’la bölüm ilgili eskisinden daha da sarsıcı oldu.
Kişisel olarak çook merak ettiğim konulardan daha çözüldü bugün. Dedektif tabiriyle ‘case closed’. Dosya kapandı. Erkeklerin sünnet olmasının altından çıkanlara inanamayacaksınız… İlham kaynağım parmak çocuğa teşekkür tabi. Altı bezlenirken çaktı şimşekler.
Erkek sünnetinin gizemi beni bu kitaba olan inancımı katlandırdı. Her olgu, bu kitabı ne kadar destekliyor, bu inanılmaz. Erkek çocuğun pipisinin ucundan Levh-i Mahfuz çıkıyor, bu inanılmaz. Bu yol, çok doğru yol. Aksi olsa da ben burada bunu söyleyecek birisiyim. ‘Dostlarım, şu şu onu, felsefemizin altyapısındaki tutarsızlığı ortaya çıkardı. Sistem çöktü. Bana müsade.’ diyecek harbilikte biri için, bu yeni doğrulamalar müthiş bir mutluluk.
Kitabımızda şifa konusunda önemli açıklamalar var. Kısa kısa çarpıcı çok eklemeler var. Ben kitabın başına dönürsem olacak tabi.
**************************************************
11 Nisan 2011, 10:45:37
Vatan sevgisi…
Tanrı’nın doğum gün-lüğü’nün bu sayısında bir öğretmenimizin Kürtler ayrılabilmeli yazısını, bir başka değerli öğretmenimizin ‘Olur mu öyle şey’ yanıtını ve daha sonra değerli bir üst rütbeli subay eşi okuyucumuzun ‘Bu vatan hepimizin’ konulu yazısını okuyacaksınız. Bu kadar senedir hep uzak durduğumuz bir tartışmanın parçasıyız an itibariyle. İçimizden bir hissin böyle olmasını istediği için…
Ailemizin yüzde doksanı olarak ofsayt pozisyonunda yakalandık ‘Kürtler ayrılabilmeli’ yazısını okurken. Yazının içinde olduğu durum, bilmeceli bir durumdu. Acaba bu bilmece neydi neydi?
An itibariyle Kürt kardeşlerimize haksızlığa uğradığına isyan eden bu okuyucumuz, Kürt kardeşlerimizin haksızlığa uğradığına isyan eden herhangi bir ses olarak algılandı. OYSA O BUNLARI LEVH-İ MAHFUZ OKURKEN SORGULUYORDU.  O BUNLARI TÜM HAYATI MASAYA YATIRDIĞI SIRADA SORGULUYORDU. Kitapla başlayan düşünce girdaplarının sesli olanına tanık oluyorduk hep birlikte. Hiç de yabancısı olmadığımız fırtınalardı bunlar oysa. Burada kitap, mesajını iletmişti. Kürt kardeşlerimizin geçmişte uğradığı haksızlıkları, algılamaktan öte yaşıyordu öğretmen dostumuz. Ki, Cumhriyet değerlerine son derece bağlı olduğun bildiğim ve Türkiye’nin modern ve aydınlık yüzlerinden biriydi bunları samimi duygularıyla bizimle paylaşan. Dostlarım biz cafelerde oturduğu sırada çekirdek çitletmek varken, dünyayı ve hayatı sorgulayan kişilere ne zamandır kızan biri olduk? Olmadık olmadık. Saygı duyduk bence de. İçinde olduğu bu düşünce süreçi, hepimiz nezdinde ‘saygı’yı gerçekten hakediyordu. Çünkü bu süreç, kişinin tüm varoluşu herkesi ve herşeyi yeni baştan yapılandırdığı süreç, kutsal bir süreçti. Hapishanedeki bir adamı rahat ettirmeye adanmış bir siyasi hareketten daha fazla Kürt dostuydu.
Ben, Kürtlerden asla ‘onlar’ diye bahseden birisi değilim. Bizim mozaik sülalenin içinde babaannem bir Kürt. Kürtlükleriyle ilgili kitaplar yazılmış bir sülaleden. Tüm bu samimi duygular ve sert sorgulayıcı düşünceler içinde, Türkiye ailesinin bir parçası olmayı Kürt akrabalarım için büyük bir şans olarak biliyorum. Bu şansa sahip olmasalar, hapisteki bir diktatörün ve onun etrafında, onun güç ve popülaritesine iman etmiş kişilerin eline düşürdüğü, Ortadoğu’nun diğer diktatörlüklerini aratacak bir devletin vatandaşı olacaklarını da biliyorum.
Levh-i Mahfuz gibi bir sorgulamanın içinde tüm düşünceler dokunulmaz olmalıdır. Çünkü, ben de okuyucumuz gibi, ‘Kürtlere ne haksızlık edilmiş’ dediğim safhalardan bu safhaya geldim. Yıllar önce. Bu kitabın kendi manyetiği içinde, o da hakikat ne ise, doğru olan ne ise ona doğru yönlenecek ve yönlendirilecektir. Bu seslere tahammül düzeyimizin yüksekliği ya da düşüklüğü, bizim vatan sevgisinin akılla değil duygularla örülmüş dünyasını ne kadar sorguladığımızın bir göstergesidir.
Bu küçük deneyden, herkesin hissesine düşen şu. Okuduğunda ne düşündün? Bununla hiç ilgilenmiyoruz. Çünkü zaten muhtemelen aynı düşünüyoruz. İlgilendiğimiz şey, bu karşı-düşünceyle hem de bu kitabın dünyasının içinde bir yerde karşılaştığında, nasıl bir refleks gösterdin? Şefkate mi öfkeye mi daha yakındın? Öfkeye yakın hissetiysen üzülme, onmilyonlarca ‘Türk’ün yaptığından farklı birşey yapmadın sen. Bu düşünceye, bir Levh-i Mahfuz şefkatiyle, onun isyanını anlayan duygularla karşılık verdiysen de ne mutlu sana…
Levh-i Mahfuz hayatımda olduğundan beridir, vatanımı daha çok seviyorum. Ve bu sevgi patlamasında, Levh-i Mahfuz’un ‘vatansevgisi’çok tehlikeli bir frekanstır’ uyarısının önemi büyük. En sineği incitmeyecek olanımız bile, bize nakşedilmiş vatan öğretileri içinde, uygun bir senaryo canlandırmasında, bir Yunanlıyı öldürmeye kolaylıkla ikna edilebilir. Gerçekten çok tehlikeli ve hassas bir frekans. Bu duygu selinin içinde çok zordur harekete geçirmek akıl mekanizmasını. Şükür ki, Binyılın Tefsiri insana en yoğun duygu alanında bile kişiye akılcı düşünebilme yeteneğini kazandırabiliyor. Ve bunun önkoşulu, farklı fikirlere k ı z m a m a k . Bu küçük Levh-i Mahfuz deneyinin içinde yer alan tüm dostlarıma teşekkür ederim.
***********************************************************
3 Nisan 2011, 14:47:12
Levh-i Mahfuz Ortadoğu Mutfağı…
Çin yemeği, Japoniz suşisi, İtalyan mutfağı, Fransız sofrası derken, ülkemiz için biraz ihmal edilmiş bir sofra Ortadoğu Mutfağı. İçimden bir ses bunun,  (Levh-i Mahfuz’dan önce) İslam’la yıldızımızın barışmaması ve ‘Arap’ ismini köpeciklerimize ve sabunlarımıza yakıştırmamızla ilgisi olabileceğini söylüyor. Ortadoğu muhteşem bir medeniyettir. Amerika’nın ve  kendi baskıcı rejimlerinin işbirliğiyle yüklediği anlamdan sıyıracak olduğumuz İran denilen, bilginleriyle, filozoflarıyla, sanatçılarıyla meşhur Pers imparatorluğundan başkası değildir. Eğlence hayatının renkliliğiyle meşhur Lübnan örneğin… Bölgenin nükleer nefret reaktörü İsrail kurulana kadar, çok daha renkli, yaşanılası bir bölgeydi oralar. İsrail’in bir gecekondu gibi kutsal Kudüs’e kondurulması bölgedeki dinci potansiyeli, öfke ve isyan kanalı üzerinden açığa çıkardı. Eskiden çok daha lezzetli yerlerdi oralar. Levh-i Mahfuz’un İngilizce diline ayak basmasıyla birlikte, Türkiye gibi, Ortadoğu’nun bütün köşeleri, yabancı keşiflere açılacak. Emperyal olan asker olarak değil turist olarak gelecek. Ve önyargılarını kırmış olmasının semeresini, yeni ve derin bir dünya keşfederek alacak.
Bugün bunlara bir küçük örnek vermek amacıyla burada toplanmış bulunuyoruz 🙂 Evet yanlış tahmin etmediniz, bir yemek tarifi vereceğim. Çocukluğumdan kalma bir lezzetle yeniden buluşmamın hikayesi bu. Rahmetli annemin unutamadığım birkaç yemeğinden birisiydi bu yemek. Çocukluk zihnimde silinemez bir yer edinmişti. Hep içimden geçirirdim, bulsam bir yerde de yesem der dururdum. Damağımda tüterdi ‘Arap Tavuğu’… Hani anneni tekrar görebilseydin ona ne sorardın diye bi liste oluştursan, ilk 10′a girerdi kesin. ‘Gitmeden o tavuğu nasıl pişirdiğini söyler misin anne?’ derdim herhalde.
Meğersem, kardeşim bu yemeğin tarifini hatırlıyormuş… Ve yapmaya da başlamış. Benim kendisiyle küs olduğum dönemde hem de… Kamyonum olsa arkasına Adaletin bu mu dünya? yazsam yeridir. Emir burada babasıyla. Annesi telefonda babasına o pazar onlarda ‘Arap Tavuğu’ piştiğini söyletiyor sesli olaraktan… Yemeği de bu tiyatroyu da yemiyorum tabi. buRAK’cım gelin beraber yiyelim deniyor. ‘Size afiyet olsun, benim için de yiyin’ diyorum ama o an nasıl bir nefis terbiyesine uğradığımı bir ben bilirim 🙂
Geçtiğimiz günlerde tekrar buluştum bu yemekle. Formülünü de ele geçirdik. Vermedi önce… Önce bizde yersiniz sonra gizli formülü açıklarım dedi. Afiyetle yedik, gerçekten çok güzel yapmıştı. Fakat formu itibariyle, rahmetlinin yaptığı şekli, kesilmiş dilimlenmiş hijyenik tavuktan ibaret değildi. Etiyle buduyla bildiğin tavuktu. Sevgilim, bu şekliyle pişirince bizim evde, lezzet katlanarak arttı.
Lübnan’lı bir aile vardı komşumuz. Aile literatürümüze onların sayesinde girmişti Arap tavuğu. Şimdi bu gizli formülü açıklıyorum. Hani yemek yiyen birisine ‘Afiyet Olsun’ dediğinde, ‘Gel buyur, birlikte olsun’ der ya. Aynen öyle diyorum ben de. Buyrun. Birlikte olsun. Boğazımdan geçmez. Günlerden de pazar ayrıca. Tam isabet. Restaurantı olanlarımıza da şiddetli tavsiyemizdir. Yapınız, vatandaş yesin. Tavuk nedir görmüş olsun. Ortadoğu keşiflerimize öncü olsun. Huzurlarınızda Arap Tavuğu…
Ön uyarı. Yemek pişirme konusunda dağarcığım sınırlı olduğu için, tarif edişim çocukça gelebilir. Gülmeniz bitince pişirirsiniz siz de. Bekâr olanlarımız nasıl pişirir bilemiyorum. Canınız o kadar çok çektiyse, evlenirsiniz olur biter. İddiaaa ediyorum bu yemek için evlenmeye değer 🙂
Malzeme listemiz şöyle oluşuyor. Mucizenin takım arkadaşları bunlar:
1 adet tavuk [haliyle]. Tam tavuk mümkünse. Dilum dilum edilmiş olanlarından değul.
1 büyük baş soğan. [Bu yemek sizin de gözlerinizi yaşartacak demektir bu ]
4 adet büyük limon. [İşte şimdi başlıyoruz]
1 büyük bardak sızma zeytinyağ.
Tuz.
Ve SARIMSAK. [Bu yemekten sonra yeryüzünün bütün sarımsaklarının varlığına duacı olabilirsiniz]
Son maddeden anlaşılacağı üzere yemeğimiz radyoaktif bir yemektir. Mümkün mertebe yedikten sonra sosyal olmayınız. Ağzınızdan yayılan sarımsak dalgaları, sizin onu yerken aldığınız hazzı, koklayanlara vermeyecektir.
Tarifteki üslup da biraz emredici gibi görünebilir. Yapacak birşey yok. Bahar’ın yemek defterinden okuyorum burdan sonrasını:)
1 adet tavuğu haşla! Sonra büyük parçalara böl! Ayrı bir kapta sarımsakları rendele! Limonları sık. Zeytinyağ ve tuzunu ekleyerek sosunu hazırla. [Bu kısmı önce ‘sonunu hazırla’ diye okuyunca tarif epey şaşırtıcı oluyo] Tavukları fırın kabına al. Üzerine sosu dök. Ve 3-4 saat buzdolabında beklet. Sonra 150 -180 derece fırında 15-20 dakika pişir.
Ve son olarak burası çok önemli. Sofraya oturmadan önce fırındaki bütün ekmekleri toplayıp eve getirdiğinden emin ol. Böyle bir lezzet yok çünkü…
sevgiyle
buRAK usTA
Güncelleme:
Tarifte matrak bir durum var, onu güncelleyebiliriz. Malzeme listesinde soğan var. Fakat tarifin içinde soğan yok 🙂 Yani tarif şunu demeye getiriyor. Pişirirken yanında bir tane soğan dursun. Aslında, o soğan değil sarımsak. Yemekte hiç soğan yok, sadece 1 baş sarımsak var.
****************************************************
3 Nisan 2011, 12:14:36
Hayır, Bereket ve Akibet…
Bilmeyen dostlarımız için kısa bir özet geçelim. Bugüne kadar televizyon programlarından pekçok davet aldık. Ve bunların hiçbirisini davetini kabul etmedik. Haklı nedenlerimiz vardı.
Bu programlardan bir tanesi, fazla ısrarcı oldu. Kararımız gene değişmedi. Ve bunun üzerine gazetecilik deyimiyle ‘geçirme haber’ yapıldı. Bunu yaptıklarından sonra da buradan aynı şeyi söyledik: ‘Levh-i Mahfuz olarak, medyumlar, cinciler düzeyindeki programlarda İSLAM’ın konuşulmasını reddediyoruz.’
Üzerinden epey zaman geçen bu konuya neden temas ettiğime gelince. Dostlarımda o gazetecilere dönük dinmemiş, hafif bir kızgınlık gördüm. Buna hiç gereğin olmadığını söylemek istedim sadece. O günlerde, hakkımız olduğu halde herhangi bir tekzip yayınlatmakla uğraşmadık. 4 yıl önce bu kitabı çıkardığımdaki ilkemin aynen arkasında olduğum için. Hiçbir hakareti mahkemeye vermem… Biz sadece İlahi Adalet ile çalışırız.
Kişi birinin günahına girdiyse, gereken birşey varsa sistem bunu yerine getirir. Bunu yerine getitirirken bize de sormaz. Fanatik dinci gazetelerde de de devam ettirilen, ‘kendini peygamber zanneden kişi’ yayınları, bir çok insanın da kitabımızla buluşmasına vesile olmuştu. Hiçbir çamurun iz bırakamayacağı beyazlıkta bir duvar burası. Başka ne bekleyebilirdik ki? O yüzden, kimseye kızgınlık ve öfke beslememeli.
Eee, ayrıca duyduğum kadarıyla ilgili program yayından kaldırılmış… Benim kendimi peygamber zannettiğim o yayınların akabinde 🙂
23 Mart 2011, 01:57:07
Hükümet eleştirisi II… Türkiye için yepyeni bir dış politika konsepti teklifi…
Hükümet eleştirisi II… Türkiye için yepyeni bir dış politika konsepti teklifi…
Son olaylar bir kere daha gösterdi ki, Avrupa ülkeleri ile biz Türkler ayrı dünyaların insanıyız. Değerler sistemimiz fazlasıyla farklı. 11 Eylül projesi ile Avrupa’da hortlatılan Müslüman karşıtı milliyetçilik trendi, bir süre daha devam edecek. Levh-i Mahfuz konsepti içinde tüm Hıristiyan alemini uykudan tümden uyandırıcı, Newton elmalarının kafalara düşmesini bekliyoruz büyük bir heyecanla. İsa ‘lakaplı’ bir genç, Batı’nın kökleşmiş dinî değerlerini alt üst edene, hallaç pamuğu gibi atana kadar, Avrupa ile Türkiye ayrı tellerden çalmaya devam edecek.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Entelijansiya ne kadar aşağılarsa aşağılasın, dünya kamuoylarının içinde ufku en açık, barış ve insanlık değerlerine en fazla yapışık kamuoyu Türk kamuoyudur. Herhangi bir Türk vatandaşını yoldan çevirdiğinizde 11 Eylül ikliminin nasıl suni gübrelerle yeşertildiğini size anlatacaktır. En sıradan bir Türk bile 11 Eylül sonrasına dışarıdan bakacak hasletlere sahipken, bir Fransızı, bir Amerikalıyı yoldan çevirdiğinizde göreceğiniz şey 11 Eylül ırkçı köpürtmelerinin içinde yaşıyor olduğudur.
Bizim kavgamız kendimizledir. Buna rağmen, politikacılarımız ve gazetelerimiz, ne kadar bizi beyaz Türkler, ayrılıkçı Kürtler ve faşist dinciler olarak kutuplaştırmak ve birbirimizle bizi kavga ettirmek için ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, bu köpürtmelerin de evlerde, sokaklarda hayata geçirildiği asla söylenemez. Türkleri birbirine kırdırma propagandası, tüm çabalara karşın hayatın içine karışamamış bir projedir. ‘Kürtler’ ne zaman bir Türk askerini öldürse, yapılan en fazla, toplanmak, vatana ve devlete sahip çıkan sloganların atıldığı etkinliklerde buluşmaktır. O grupların akibeti, asla soluğu, yarı Türkçe yarı Kürtçe konuşulan lahmacun ve kebap salonlarının camlarını indirmekle sonuçlanmaz. Hatta bağırmaktan karnı acıkan milliyetçiliğin soluklanıp karnını doyuracağı mekânlardan başlıcaları da oralarıdır.
Fransızlara çok kızıyorum bugün. Yarın bir Fransız turist gelsin, bağrıma basmaz isem ne olayım. Bizim genlerimiz böyledir. Siz Türklere bakmayın, Türkler çok iyi insanlardır…
2 adet gökdelene Müslümanların kontrolündeki uçakların çarptığını izlettiler Amerika ve Avrupalılara… Sonrasında neler olduğunu çok iyi biliyoruz. Müslüman kanı aktığında, insanlık vicdanı hiçbirşekilde sızlamayan insanlara dönüştüler. 2 gökdelen, 2 uçak… 3bin ölü… Bunları yapabiliyorsa. Bizim insanlarımızın, 30 yıldır neler neler izletildiği halde, asla insanlık değerlerinden vazgeçmediğini görür ve Tanrıma şükrederim. Tanrı, bu ülkeyi bu dünyanın başından gerçekten eksik etmesin.
Avrupalılar, Amerikalılardan ayrı yerde durduğumuz çok ama çok açıktır. Diğer komşumuz, Müslüman kardeşlerimizle de aynı yerde olduğumuz söylenemez. Fakat muhteşem olan şu ki, Levh-i Mahfuz’un yıllardır bas bas bağrınarak söylediği hakikat açığa çıktı. Bir Müslümanın aslında ne denli büyük bir isyan potansiyeline sahip olduğu ve Müslüman DNA’sını oluşturanın aslında devrim ateşinden başka birşey olmadığı anlaşılmaya başlandı. Müslüman kardeşlerimizle aynı yerde değiliz fakat onlar aynı yerde olma yönünde doğaüstü bir çabanın içerisindeler. Ortadoğu insanları övgülerin en büyüğünü sonuna kadar hakediyorlar. Sizlerle gurur duyuyorum benim canım kardeşlerim. BAŞINIZDA BİR ATATÜRK OLMADAN İSTİKLAL SAVAŞLARI VERİYORSUNUZ HER BİRİNİZ. Başınızda Atatürk yok ve üstüne üstlük, İslamı hahamlardan öğrenmiş Müslüman din ulemasının uydurduğu tutucu bir din konseptini de taşıyorsunuz sırtınızda. Tüm bu yükle birlikte yaktınız isyan ateşini. Tunus’u, Mısır’ı ve Libya’yı yaktınız hayrın ve güzelliğin çileli alevleriyle.
Türkiye, bu iki dünyanın ortasında, bu iki dünya için çok ama çok şeyler ifade eden toplumlar üstü bir ülke. Türkiye diye bir ülkenin olmadığı bir 2011′de, şu anda Libya’da ve diğerlerinde nelerin olabileceği, dünyanın ne noktada olabileceği hakkında hiçbir fikrimiz yok. Yok çünkü, kıyamet kopmadı daha…
Libya konusunda, dün olduğumuzdan daha iyi bir yerdeyiz. Asıl olmamız gereken yerde olmasak da, iyi bir yerdeyiz. Hükümetimize çağrım şudur. Obama, Türkiye olmadan bir hiçtir. Obama’nın beyaz yüzü, Türkiye’nin yurtta ve cihanda sulh söylemleridir. Türkiye masalara barışçıl yumruğunu vurmadığı müddetçe, Obama’nın yüzünün kararmaya başladığına tanık olacağız ve Amerika, olmasını istemediğimiz Amerika’ya doğru gidecek. Türkiye Ortadoğu’daki arızaların en büyüğü olmak zorunda. Biz masaya barış yumruğumuz vurdukça dünya Obama konseptini kazanacak. Türkiye yoksa Barak da yok…
İşte tüm bu ahval ve şerait içinde, gelelim meramımızın merkezine. Olumlu çabalara karşın, hükümetimizin Libya olayındaki performansı, olması gerekenin gene de altında seyrediyor. Bu noktadan sonrasında onların da ellerinden gelen birşey yok. Çünkü, çok temel ve köklü bir düşünce kalıbımız, bizi olduğu gibi onları da sınırlıyor. Eleştiriyi, muhalefet anlamında değil, sanattaki sanatçıya katkı ve ilham veren eleştiri anlamıyla özellikle kullanıyor, başlığa da bu elzem kelimemizi iliştiriyoruz.
Hükümetimize ‘Eleştirimizdir’…
TÜRKİYE’NİN ESKİDEN GELEN AVRUPA BİRLİĞİ POLİTİKASI
TÜRKİYE’NİN YENİ BÖLGESEL MİSYONUNA BİR BEDEN KÜÇÜK GELİYOR.
AB politikamız acilen yeniden yapılandırılmak zorunda.
– Bizi alın.
– Bizi alsanıza.
Ve sonra da:
– Bizi niye almıyorsunuz lan?
diyalogları bu ülkeye yakışmıyor. Bir nokta da şu. Almamaya hakları var. Yanlış olabilir. Yanılmaya da hakları var. Sarkozy’lerin ve daha nice ırkçı liderin yurdu olan Avrupa, şu an içinde olduğu evre itibariyle Türkiye’yi üye olarak alabilecek durumda değil.
Almasını ister miyiz peki?
Hah, işte benim sizinle konuşmak istediğim mesele tam da buydu…
Avrupa Birliği üyesi olan bir Türkiye, o birliği darmadağın eder.
İkiye bölünmeyi tetikler.
Yıkacağımız bir yere neden girmek için bu kadar uğraşıp duruyoruz 🙂
Avrupa, bugünkü bilinç seviyesiyle Türkiye’yi ve Müslümanları hazımsayamaz, kabullenemez. Bu, ellerinde olan birşey değil. Bu durumda ellerinden gelmeyen birşey için onları vizyonsuzlukla itham edip aşağılamak da anlamsızdır.
Türkiye, Avrupa Birliği’nin bugünkü haliyle üye olursa Avrupa Birliği’ne, o birlik 3 gündür toplanıp toplanıp bi türlü bi yere varamayan NATO gibi olur. Kabul etmemiz gereken şu ki; AVRUPA BİRLİĞİ’NİN BUGÜN İTİBARİYLE TÜRKİYE’YE ÜYE OLMASI İMKANSIZDIR. Ve daha önemlisi, bu tehlikeli evlilik, bir misyon taşıyan ülke olan Türkiye’nin birlik kazanında erimesi sonucunu da beraberinde getirecektir. Müzakereleri başlattı diye Başbakanı yere göğe sığdıramayan bir toplum, gerçekten üye olmayı başardığında bu üyelik zaferinin sarhoşluğunu atlatması ve bu katımın günahlı-sevaplı muhasebesini yapıp, kendi durumuyla ilgili soğukkanlı değerlendirmeler yapacak noktaya gelmesi en az 15 sene sürer. Bu zafer sarhoşluğu içinde, zor kavuştuğumuz bu üyeliği kaybetme korkusuyla, ortadoğunun ağabeyi misyonumuzdan çok pişman edici ödünler veririz.
Avrupa bizi alamaz.
Biz Avrupa’yı hiç alamayız.
Bunları dış politika bağlamında yazmıyoruz. Biz, 2012′ye saatlerin kaldığı bir ortamda, dünyanın mistik, manyetik, ruhsal, tanrısal ajandasının içerisinde çıkardığımız hediyeler bunlar. Olaylar olduktan sonra harekete geçmeye alışmış zihinler için birşeyleri peşin peşin konuşmak, en az 20 yıllık bir avantaj mahiyetinde. Geleceği biliyoruz… Buna göre hareket edelim.
Türkiye’nin yeni Avrupa Birliği politikası bu ölçülerde yeniden dizayn edildiğinde, Türkiye’nin işlerinin her iki eksende de inanılmaz iyi gideceğine tanık olacağız. Avrupa Birliği ile kurulabilecek, Türkiye’nin kendi değerlerinden feragat etmesine sebep olmayacak 2 kelime, hiç uzağımızda olmayan, hep yakınımıza geldiği halde, yüzüne hiç bakmadığımız o 2 kelimededir:
…İmtiyazlı
Ortaklık…
Avrupa’yı tek bir ülke, Türkiye’yi de tek bir birlik olarak gördüğümüzde,
bu iki denk kuvvetin olması gereken ilişkisi için
bundan daha muhteşem iki kavram düşünemiyorum.
Üye değil ortak ol bize diyor adam. Daha ne istiyorsun?
Spor salonuna üye olmak istiyorsun. Adam gel salona ortak yapayım seni diyor. Daha ne istiyorsun?
İmtiyazsa al sana imtiyaz. Daha ne istiyorsun?
Müzakere dediğin süreç, istediğin imtiyazlar neyse onların pazarlığını oluştursun. Ne istiyorsun? Vize mi? Yaz…
Meselenin özüne gel. Bu üyelikten hissene düşmesini istediğin şeylerin özünü çıkar. Listele ve bunları üye olarak değil ortaklık başlığı altında olarak al.
Başbakan’ın Türkiye’nin AB kapısında sürünen ülke olması geleneğini sürdürmesine hiç ama hiç gerek yok. Bizi almıyosunuz, alacağınız olsun sitemleri, bunlar eski eziklik günlerimizden miras kalmış bugünlere. Redd-i Miras ivedilikle…
Bu konsepti bir adım ileriye götürüyor ve diyorum ki.
Normal şartlar altında, Avrupa’nın biraz daha şuurlu olduğu bir senaryoda, Avrupa bizi sıradan üye etmek isteyen taraf olmalıydı. Daha şuurlu bir Türkiye’nin bu durumda bastıracağı şey, sıradan, bir Romanya, Bulgaristan üyeliğinden uzak durmak ve ayrıcalıklı ortaklığın planlarını yürütmek olmalıydı. Gerçekten şaka gibi… Şu an olmakta olan ise bunun tam tersi…
Sıradan üyelik değil imtiyazlı ortaklık… Ben bu kavramda, daha özgür konseptte bir Türkiye görüyorum. Merkel, Avrupa’da çok saygı duyduğum, çok dürüst, acı da olsa gerçekleri seslendiren ve Libya olayıyla gösterdi ki, insanî bir lider… Teklif ettiği şey, gerçekte bizim tam da aramakta olduğumuzdur.
Biz Türkler kapanmış gördüğümüz kapıları omuz atarak açmaya antremanlıyızdır. Sorun, o mendebur kapının çelik kapı olmasındandır. Çürük omuzlarımızın acısıyla anahtarın aslında kapının üzerinde olduğunu farketmek biraz zaman alır.
*************************************************
19 Mart 2011, 23:51:21
Bu bir hükümet eleştirisidir…
Libya konusunda Türkiyemizin içinde bulunduğu pasiflik,
Türkiye’nin hem geleceğine hem tarihine bir ihanettir.
Müslüman dünyası,
Libya sorununu güç kullanarak ya da
güç kullanmayarak çözme imkânlarına sahipken,
böylesi bir Hıristiyan kutuplaşmanın hayata geçirdiği
bu oldu-bittinin masumiyet içerdiği düşünülemez.
Bir ordusunun olduğunu göstermeye hevesli,
Dünya sahnesinde aktif rol oynayan bir ülke olma kompleksine sahip
Ve bilinçarkası Müslüman düşmanlığıyla bezenmiş bir ülkenin,
Fransa’nın öncülüğündeki bu aceleci saldırı,
sahnede gerçek bir TÜRKİYE olduğu durumda kimsenin cüret edemeyeceği,
zekâsız bir saldırıdır.
Yeni bir Irak yaratmaya namzettir.
Türkiyemiz görünen o ki,
kendini ikili bir kıskaçta hissetmekte ve bu yüzden
mırıldanarak kimsenin duymayacağı bir sesle konuşmakta.
Bir tarafta,
AB hayalimizin önündeki en büyük engel Fransa var.
Başbakanın bugün gazetelere yansıyan
“Eninde sonunda alacaklar bizi AB’ye” demeci ile
Fransa’nın ‘operasyon hevesini kırmama’ davranışı ister istemez birleşiyor.
Türkiye konuşmuyor,
Türkiye görmezden geliyor
ve daha önemlisi
Türkiye masaya yumruğunu vurmuyor.
Fransa ve yandaşlarına dur diyemezken,
İkilemin diğer ayağında Türkiye,
Kaddafi isimli zalime ‘Artık gitme vaktin geldi’ de diyemiyor.
Çünkü çok para alışverişimiz var…
Bir yanda AB,
diğer yanda Libya’daki Türk şantiyeleri.
Bu ikisinin ortasında,
derin bir tehlikeye atılmış bir Müslüman halk: Libya halkı…
Ve ne yapacağını bilmediği tüm zamanlarda olduğu gibi kayıpları oynayan bir Başbakan.
Başbakanımızı en kısa zamanda silkinmeye ve şöyle bir kendine gelmeye davet ediyoruz.
Şantiye baskısı, Irak savaşı öncesi yapılan koyun pazarlıklarından çok daha büyük bir utanca dönüşecek ve bu utancın geçen seferki gibi izlerinin silinmesi asla mümkün olmayacak. Uyarıyoruz.
Türkiyemizi alternatif ve bölgesel bir aksiyon planıyla,
bu menfur saldırıların durdurulmasında,
Osmanlılı tarihi ve ‘cihanda sulh’ misyonunun bir gereği olarak
üzerine düşenleri yerine getirmeye davet ediyoruz.
Cumhurbaşkanımızı ise hiçbirşey yapmamaya
ve mümkünse hiç konuşmamaya davet ediyoruz.
Böyle bir günde ‘Sonuçta meşru bir harekât…’
cümlesini kurabilmiş bir makamı biz pek meşru bulmuyoruz çünkü.
********************************************************
12 Mart 2011, 21:48:41
Zamanın ruhu ve 2 resim…
2 resmimi yayınlayacağım bugün. Varlıklarından haberim yoktu. Babam çekmiş meğer. İnziva evime gizli gizli girmiş çekmiş sanki… İyi de yapmış. Bu resimler, kişisel tarihimde dönüm noktası olan günlerin resimleri. Uzun dönem okuyucularımız iyi biliyorlar. O günler, Tanrı’nın doğum günü’nün dönüm noktası olan günlere aitler. O resimler, Yeniköy resimleri…
Yüzümü kamera objektifine dönmeyi pek sevmiyorum, kendi resmimi yayınlamayı da pek tercih etmiyorum. Parmak çocuk şerefine bir paylaşımda bulunmuştum geçenlerde. Bir süre düşündükten sonra, bir tanesi yüz resmi olan bu 2 resmimi yayınlamaya karar verdim. Zamanın ruhunu yansıttıkları için, bu kitabın hikayesini tamamlayan resimler olduklarını düşündüm.
Özellikle bir tanesi… Ben ve fotoğrafı gören birkaç kişiye çok anlam ifade etti. Belki sizin de kimi sorularınıza cevap olur.
Suretlerimiz hakkımızda çok şey anlatıyorlar. Burası Tanrı’nın doğum günü’nün doğduğu yer ve günler… Kitabı ananemdeki küçük odamda yazmıştım. Fakat burası farklı bir yer. Ananemin evini doğum yeri olarak kabul edersek, burası ana rahmine düştüğüm yerdir…
Suretlerimiz içinde olduğumuz zamanlar hakkında da çok şey anlatıyorlar. Hani var ya… Yakıştırmalar, tahmin yürütmeler… ‘Tanrı’nın doğum günü’nü Levh-i Mahfuz’u para için yazdı’ yakıştırmasında bulunanlar için de yararlı olabilecek bir cevap anahtarı. Bak bakalım o fotoğrafta bir ‘tüccar sureti’ görebilecek misin? Her ne olduysa orada oldu. ‘Cin girdi, şeytan çıktı, öylelikle yazdı’ diyenler de olmuştu, halâ oluyor. Onlar da o gözle bakmalılar. O resimde şeytan görecekler mi bakalım… Ya da ‘Bu işler hesaplı kitaplı, planlı, programlı işlerdi…’ diyenler, o resimde ‘plan-program’ görebilecekler mi? Plan-program yapabilecek bir mecal görebilecekler mi herşeyden önce… Yoksa bakanlar o resimde, gerçekle temas etmenin ağır yükü altında bitap düşmüş yorgun bir yüz mü görecekler… Kimbilir…
Resimlerde yerde duran mavi kilim… O kilim ve evin o bölgesi, İndigo m. kitabının birinci sayfasının yaşandığı yerdir. Benim için dünyanın merkezi o birkaç metrekaredir… Hislendim birden. O koltukta yüzüstü bayılırcasına uyuduğum anlar,  meditatif,  temas uykularından bir tanesi. Üzerimde Harley Davidson tshirti olması sizi yanıltmasın. Farklı alemlerde gerçekleşen bir gezinti o. Doğrudan olay anı… Diğeri için de pek bir şey söylemeye gerek yok. Herşeyi anlatıyor gibi…
****************************************************
10 Mart 2011, 01:59:31
Para kokusu…
Bir yeni okuyucumuz başlar başlamaz bırakmış kitabı. Burnuma para kokusu geldi derhal okuma eylemine sona verdim demiş. Bu konuda bir çözüm önerim olabilir.
Bu kadar manevi bir konudan, böylesine maddi bir sebeple uyanış ne ilginç… Fakat hayatta devasız dert olmaz. Herşeyin bir çözümü var.
Sevgili kardeşim o para kokusu bizim kitaptan değil senin ellerinden geliyor.  Çok para saymaktan muhtemelen. Atasözünün dediği gibi. Elinin kiridir para, yıkarsın gider. Kitap okumadan ellerini yıkamak iyi fikir olabilir. Tertemiz olur tenin, nefes almaya başlar. İkinci bir tavsiyem de şu ki, Binyılın Kur’an Tefsirini okurken cüzdanın görüş mesafenin dışında dursun. Cüzdanından yayılan paracıklarının kokusu da, paraya hassas burnunun dikkatini dağıtabilir.  Bu ikisine dikkat edersen, hiçbir koku Levh-i Mahfuz zevkini bölemez.
Bol kazançlar…
*************************************************
9 Mart 2011, 21:53:46
Doğumgünü Kitapçısı Yorumlara Saygı Politikası…
Facebook’ta bir kardeşimiz bir yorum yazmış. Okuyucu ailemizden tepkiler oluşmuş haliyle. Sonra bu kardeşimiz arkadaş listesinden bizi çıkarmış. Gidince de yorumları da gitmiş sayfadan. Yorumu şöyle:
<<Muhammed bir krallık kurmak istiyordu. Bunun için çoğunluk oluşturması gerekiyordu ve Allahtan geldiğini iddia ettiği sözlerle hedef kitle olarak seçtiği esir,  köle ve fakir halkı kandırdı. Belli bir hedefe ulaştıktan sonra ise savaştı ve krallığı kurdu. Balı, böreği yiyip gitti bu dünyadan ve yanlışları düzeltmek bize kaldı. Teşekkürler buRAK bey…>>
İslamiyetsiz, Muhammed’siz bir Levh-i Mahfuz olamaz, bu nedenle bu teşekkürü kabul edemiyorum.
Kendime bir kamyon laf edilmesine alışığım. Fakat konu Hz. Muhammed olunca kaldırması o kadar kolay değil. Fakat sonuçta bu da bu kardeşimizin bakış açısı. Öyle bakıyor. O, demek ki böyle görüyor. Vardığım sonuç, böyle bir cümlenin tamamen düşünce özgürlüğü içinde kabul edilmesi gerektiği. Dünya için de ‘Yuvarlak bir taş, sarı bişeyin etrafında dönüyo’ şeklinde bir yorum da yapabilirsin. Bu da bir bakış açısıdır. Yüzeyseldir ama bir açıdır.  Muhammed peygamber neleri göze aldı, nelerin üstesinden geldi. Böyle cümleler onun için nedir ki…  Bu kardeşimiz -ki daha önceden bana Türkiye’de başbakanlık yapma fikrine nasıl bakacağımı sorarak neşelendirmişti beni 🙂 – facebook profilimize tekrar katılmak istiyormuş, birazdan onaylayacağım kendisini. Dışlanmak, şu anda ihtiyacı olan en şey bana kalırsa. Bilakis düşüncelerini değiştirmesi ve kendini yeni bir bakış açısına açması için burada bulunmasında, bu kitabın ailesinde yer almasında kendisi için büyük yarar var. Sırtımızı dönmemeliyiz böyle dostlarımıza. Kendi değerlerimize sırtımızı dönmeden başarmalıyız bunu.
Cümle düşünce özgürlüğü içinde fakat böyle cümlelerin yeri bizim sayfamız mı olmalı o da ayrı bir konu. Sonuçta bunu günlüğüne yazmıyorsun. Birilerinin okuması için yazıyorsun. Ve bu bakış açısı, bizim okuyucu ailemizden olumlu bir alkış almaz. Mesaj ile hedef kitle arasında çatışma çıkıyorsa, başarız bir iletişim kurduğun ilmen sabittir. Katılmadığımız bir bakış açısı olduğu için haklı bir düzeltme ihtiyacı oluyor okuyucu ailemizde. Ve bu süreçte de konu elektrikli bir noktaya taşınabiliyor. Yorumları kapamak? da çözüm değil.
Böylesi durumlar için bir Doğumgünü Kitapçısı Yorumlara Saygı Politikası oluşturdum az önce. Bilimadamları, mühendisler, bir evi balonla havada yüzdürmeyi başarmışlar. Bununla ilgili bir belgesel içerikli video paylaşımımızın altına ‘Muhammed kendine bir krallık kurdu…’ gibi ilgisiz bir yorumla gelmenin, kışkırtıcı bir niyet içerdiği de çok açık. Okuyucu ailemizden ricam, kışkırtılmaya çalışıldıklarını hissettikleri anda ya da profilimize girenlerin bizi temsil ettiğini zannedebilecekleri gerçekte bize uzak bakış açılarını sayfada izole etmek adına, sözle karşılık vermek, bir tartışma başlatmak yerine, söz konusu yorumun altına hemen ‘yorumlara saygı politikamızı’ yapıştırmalarıdır. Diğer türlü yorumlara, düşmanî yorumlara da gerekli karşılığı verir diye düşünüyorum 🙂
Doğumgünü Kitapçısı Yorumlara Saygı Politikası
Bu yorumunuza ne yazık ki katılamıyoruz. Fakat diğer yanda da evrendeki varlığınıza saygılıyız. Tıpkı dağların, taşların, ormanların ve ağaçların varlığına saygılı olduğumuz gibi. Bizce, her ağaç gibi sizin de çiçek açma, kendi meyvenizi verme hakkınız olmalı. Ama kozalak, ama yabanî kestane 🙂
Doğanın dengesine duyduğumuz bu saygıdan ötürü bu yorumunuzun sayfamızda bulunmasında herhangi bir sakınca bulunmamakta. Güzel meyveli, güzel günler dileklerimizle.
Doğumgünü Ailesi
***********************************************************
Bu da bir başka dostumun hatırlattığı, benim de unuttuğum 2007 tarihli ‘Tartışmak… Ayetlerle Tartışmak’ yazımız.
Tartışmak… Ayetlerle tartışmak…
“Ulan bana bak sevmek öyle değil sevmek ALLAH cc iman etmekle olur halis müslümanın sevgisi başkadır”
Çok sevgili bir dostumuz bana internet forumlarında TDG adına girdiği bir tartışmanın metnini göndermiş. Yukarıdaki cümle, aldığı yanıtlardan biri. Ulan! diye başlayan bir sevgi cümlesi… Maazallah bir de aşk şiiri yazayım dese hepimizi havaya uçuracak demek ki…
Bu didişme metnini görünce, “Açın pencereleri…” kavramımıza biraz daha açıklık getirmemiz gerektiğini gördüm.
İçimizde bir coşku var ve bunu herkesle paylaşmayı istiyoruz. Bu çok doğal ve güzel birşey. Bu coşkunun yönetimi… İşte bu çok “cool” bir duruş gerektiriyor dostlar. Bir parça da sabır. Faz mantığının bir amacı da bu coşkuyu sabırla yönetebilmek. Sessizliğin 1. faz: Dipdalgası olduğunu bilmeseydim bu coşku benim de içimde patlardı.
Düşünmenizi istediğim birinci nokta şu. Bu insanlarla neden tartışma ihtiyacı içindeyiz? Amaç Tanrı’nın doğum günü’nü sınamak ise buna diyeceğim hiçbir şey yok. Sevgi cümlelerine ulan diye başlayan bir zihniyetten, Kur’an’ın sevgi düzlemine dair doğrulama beklemek uzun bir bekleyiş, lakin bu sizin vaktiniz, sizin seçiminiz. Biz gene de TDG’yi başka insanların üzerinde sınama yolunu seçmemenizi öneriyoruz. Sınamaya varız, ancak kendi zihinlerimiz üzerinden. Olumlu-olumsuz telkinleri bir yana bırakıp bu kitaba nasıl bakacağınıza kendiniz karar vermelisiniz. Karşı çıkacaksanız da bu sizin kendi kararınız olmalı.
Bu forumda bulunmanın nedeni TDG’yi kitlelerle buluşturma coşkusu ise -ki çok büyük çoğunluğun duygusu bu- o zaman size birkaç önerim olabilir.
Kişilerin kişilerle “tartışmasından” hayırlı hiçbir sonuç çıkmaz dostlar. Kaybetmeyi kimse istemez ve bu, tartışmayı kazanma içgüdüsünü kendi içimizde hakim kılar. Bu da egodur. Ego yüceltilmek istendikçe burnu yere sürten birşeydir. Kazanmanın hırsı ise kaybetmenin pratik bir yolu…
Düşünün ki siz karşı tarafı mağlup ettiniz… Bu, karşı tarafın bir ömür boyunca meydana getirdiği değerler sisteminin çökmesi demektir. Unutmayın ki bir “mağlup” asla TDG’nin sayfalarında barınamaz. Sorgulama güç ister, moral ister, heyecan ister, enerji ister. Mağlupların adresi bu anlamda asla TDG olamaz. Kaybetseniz de kazansanız da bu, TDG’ye arzu ettiğiniz katkıyı getirmez.
Zaten bana gelen havadis, (kinci bağlamında) dinci sitelerde TDG okuyucularının açtıkları başlıkların genel olarak site yönetimleri tarafından engellendiğini gösteriyor. Çok sağlam argümanlar atılıyor ortaya, karşı taraftan tık yok. “Huzur, kaçmaktadır” diyorlar belli ki.
Bu internet forumlarında bulunma amacımız, bu dili kanlı fanatikleri “bu tarafa” çekmek de olamaz. Onları burada istemiyoruz ki. Önce kendi hayatlarında nefreti değil sevgiyi hakim kılacaklar, ondan sonra “ver elini cennet”. Neden kitaba adından, kapağından başlayarak (onlara göre) “Gayri-İslami” bir konsept giydirdik? Hazır olmayanlarla, hazır olana dek buluşmak istemediğimiz için.
Çorbada tuz sahibi olmak için, kitabın adını ve genel olarak içeriğini kendi kelimelerinizle duyurmanız yeter. Böyle 100 tane kaçığın arasında 5 tane açık bulursak, bu dostlarımıza bizim web uzantılı bir yol açarsak işlem tamamdır. Buradan sonra iz sürmek kişinin kendi işidir.
Merak edenler için söylüyorum. Dona bu ortamlarda kimsenin onun adını kullanmasını istemiyor. Dona dostu olabilir, donaNIM vs. olabilir ama doğrudan Dona nick’ini seçmeyi kimseye tavsiye etmiyoruz.
Tebliğ mantığından genel olarak uzak duralım dostlar. Duymayı isteyenlere işittirelim sesimizi. Ruhen sağırlara senfoni konserleri düzenlemeyelim.
3. Faz Çatışma / Buluşma evet, ancak biz çatışmayı doğuran değil buluşturmayı başaran taraf olacağız, bunu hiç unutmayalım. Fanatikleri dize getireceğimiz nokta, “başarı” olacak. Çünkü onlar sadece gücün kendisine iman etme eğilimindeler. Tanrı’nın doğum günü’nün neler başardığını görünce, o forumlarda benden bile daha TDG’ci olacaklar bundan emin olun. O fazdaki işimiz de bunları içimizden ayıklamak olacak.
İsmini vermediğim (bakarsın karşı taraf siteyi geziyordur) patronuyla tartışan sevgili dostum. Baktın ki karşındaki, Hz. Muhammed’in milyonlarca özelliğinin içinden tek bir tanesini, birden çok eşi olmasını örnek almış kendine, senden ricam bunun bir mizah olduğunu farket. “O insanlık için kariyerini yarıda bıraktı, kendini insanlığa adadı. Sen de bırak bu işleri, bir hayır kurumuna devret şirketini, ada kendini, 144 hanım al, helal olsun sana” de. Tabi karşı tarafın kanının, aşağılardan yukarılara, “beyin” bölgesine dönmesini beklemelisin. Toprağa doğrultulmuş erkek aklı diyorum ben buna. Üstüne gitme. Gül sadece, neden güldüğünü de asla söyleme. Kıvransın : )
Şahsen ben de bu tarz tartışmalardan kendimi uzak tutuyorum. Söyleyeceğimi kurallarını kendim koyarak, kendi istediğim düzlemde söylüyorum. Biz iyimser enerjiyiz ve dikkat edin karşımızda hiç şaşmayan bir hakikat olarak karamsarları buluyoruz.
Karamsarlık çok yakıt gerektiren bir ruh hali dostlarım. Bu anlamda karamsarlık 12 silindirlidir. İyimserlikse güneşle beslenen fotosentezdir. Biz kendi kendimize mutlu olabiliriz. Onlarsa birilerine sıçramadan alev almaya devam edemezler. Elimizi, ayağımızı karanlık enerjinin her türlüsünden sakınalım. TDG adına bile olsa, bu insanların size sıkıntı vermesini istemem. İçinden cehennem geçen hiçbir karede yer almayın.
Zaten istemeyene vermek, “ikna”nın kendi etiğine de aykırıdır.
Karşındakini zorla ameliyat etmek, cerrahî değil adam şişlemektir : )
Özgür iradenin herşekline saygı.
Hastalıklı olanlarını karantinaya alarak tabi.
sevgiyle
buRAK
************************************************
20 Şubat 2011, 23:02:56
Dilegelen köpeciğin hikâyesi…
Pazar günü macerası bu. Kayınvalidenin yaşlı köpeği de bizimle (tabi ki kayınvalde de) köyevindeyiz. İçime birşey doğdu dışarıda köpeklerin olduğu yere baktım, bir hareketlenme var. Köpecik içeri girdi. Peşinden gittim. Takip ettim. Bu hayvanda bir tuhaflık var ama ne? Buldum. Sindirim organları dışarıda şu anda… Karnı açık.
Köpekler ısırmış. Hemen doktor bulalım, hayvan hastanesine gidelim de, yer uzak. Meydanda bi veteriner varmış meğer. Fakat pazar gecesi açık mıdır bilinmez. Bu kadar yaşlı (15) bir hayvan, böyle bir durumu daha kaç dakika kaldırabilir. Doktora doğru yola çıkıyoruz saniyesinde.
Ve o yolda birşey oldu. Birisi bana anlatsa, inanmazdım… Köpecik, kyv’nin kucağında. Ağlıyor kadın. O an birşey oldu işte. Köpek, ANNE dedi. Ağnnneee dedi. Ve sustu. O köpeğin sesini ilk defa duydum zaten. Anne dedi ve bir daha başka birşey de söylemedi. Kyv, hıçkırıklara boğuldu tabi. Ben, buz kestim. Bu nasıl birşeydir… Can işte. Anne demeden ölmek istemedi belki de.
Veteriner yerine ulaştık ve ne güzel ki adam yerinde. Köyyeri veterineri işte. Ben adamcağızı ilkten balıkçı zannettim. Kafada kukuleta falan. Laz uşağı. Hanıma veterinerimiz burada mı dedim, bana balıkçıyı gösterdi.
Amca baktı. Durumu ağır, bunu bir hayvan hastanesine götürün dedi. Bu yaşta narkozu kaldırması zor dedi. Kyv, kaldırır dedi, lütfen hemen müdahale edin. Siz edin.
Veteriner amca, insan gibi bir insandı. Peki dedi. Ameliyathaneyi hazırladı. Masaya gazete kağıtlarını serdi… Ameliyathanenin sıcak suyu dahi yok. İmkanlar bu şekilde. Bildiğin baytar aslında. Büyükbaş, küçükbaş. Yaban domuzu tarafından yaralanmış av köpeklerinden tecrübeliymiş neyseki. Bu arada gece gördüğüm rüya geliyor aklıma. Bir yaban domuzu bizim eve girmeye çalışıyor da, köpekler sokmuyor. Heykel gibi, kapkahverengi bir domuz. Neyse. Ameliyat başlıyor. Hayvanın bir bacağından ben tutuyorum. Diğerinden kyv. Bir de veterinerin asistanı kızcağız. İşe yeni başlamış ve meğer kan tutarmış. Yanlış bir iş seçimi mi yaptın diye takıldım. Ameliyattayız hepbirlikte ve içeri sokulması gereken bir sürü içorgan var elimizde.
İmkanlar kısıtlı ama maharetli bir veteriner amca bu. Arada telefon geliyo. Omuzuna sıkıştırıp konuşuyo, dikiş attığı sırada. Çiftçiler geliyolar gidiyorlar. Neyi var buzağının diye soruyo. Söylüyolar. Kabız diyo mesela. Raftan şu ilacı al git falan diyo ‘ameliyathane’den.
Velhasıl. Organlar içeride artık. Önce bir zar tabakası dikti üstüne. Sonra bir kas tabakası dikti. En son da cildini dikti. Ne zor dikti-k. Ortam paramparça. Hayvanın bu şekilde yürümüş olması baştan mucizeydi. Ameliyat bitti. Narkozun üstesinden geldiğini söyleyebiliriz. Evde 10 günlük bir yoğun bakımı bekliyor kendisini. Güçlü bir köpekmiş. Köpekten öte bir ruhmuş. Köpek bile dile geldi de anneciğine Ağnnne diyebildi. Darısı diyorum, dile gelemeyen diğer tüm ruhların başına. Söylemeniz gerekip de, ‘Nasıl söylerim şimdi?’ dediğiniz tüm anlarda içorganları dışardayken Anne diyebilen yaşlı köpeciği hatırlatın kendinize. Ben öyle yapacağım.
******************************************************
16 Şubat 2011, 21:34:29
Defne Joy’un Gizemli Ölümü…
Ne vahşi bir yorumdu ‘Su testisi su yolunda…’lı o satırlar… Böylesine monşerik, fularlı, modern bir görüntünün içinden, böylesine fanatik ahlâkçı bir düşünce altyapısının fışkırması, ne büyük bir sürprizdi bu topraklardaki okur-yazar nesil için.
Bir açıdan da, belki hepimizin içinde beliren bir soru işaretinin deşifresini içeriyordu. Ve belki de, bu yüzden bu kadar tepki ile karşılandı. Herkesler içinde kendinden birşeyler bulduğu için… İçimizdeki ahlâk polisini bastırma içgüdüsüydü belki de bu.
Ne kadar vahşi ne kadar talihsiz bir yorum olursa olsun, ahlâklılık adına da olsa, ahlâksızlık adına da olsa, linç psikolojilerinin her çeşidinin karşısında olmalı insan. Birisi, belli ki kalemi kaymış ve yere düşmüş. O noktada, düşene bir tekme de benden kampanyalarına katılmamalı. Birine vuracaksan, bunu gerçekten kafana koyduysan, bunu o ayağa kalktığına yap. Yerde lime lime edildiği sırada değil. Linç sırasında atılan tekmelerin en kötüsü, yazar güruhunun, o yazının karşısında ‘dimdik’ durmuş bir yazar olma hüviyeti kazanmak adına fazladan tekmeler savurmasıydı. Herkesin kendini o, şu veya bu safta görmek ve gördürmek zorunda olması ne sıkıcı.
Eleştiri sınırını aşmamalı. Yazdığı satırlar ne olursa olsun yazanların linç edilmesinin karşısında olmalı insan. Ölülere gösterdiği-gösterilmesini istediği saygıyı dirilere de duymalı.
Ambulans çağırmamak üzere bağlanmış o basiret de, kendi acısı ve bir ömür sürecek vicdan azabıyla başbaşa bırakılmalı. Bu evrende, insanlara verilmesi gereken cezalar varsa, bunları vermeye hiçbirimizin hak ve yetkimizin olmadığı unutulmamalı. Bu kadar ‘tanrı’ bir küçük evren için çok fazla…
Umarım şimdi yazacaklarım, Defne Joy kardeşimizin geride kalan ailesine ve en önemlisi minik oğluşuna ulaşır bir gün. İçimizdeki soru işaretlerini ortadan kaldırabilecek bazı ‘hissedişlerim’ var çünkü.
Sadakatsizlik gibi görünen bir tiyatro dekorunun önünde gerçekleşmiş, beklenmedik, çok fazla sayıda insana acı veren bir ölüm bu. En çözülemeyen, eşine -tanıyanların aktardığına göre- fazlasıyla aşık, oğluna ölümüne bağlı bir genç kadının, böyle harika bir aile yapısı varken, bu, sadakatsiz gibi görünen tiyatro dekorunun önünde can vermiş olmasıydı.
Anlaşılamamış ölümler, en can yakan ölümlerdir. Ve gördüğüm, geride kalmış ailesinin acısını katlandıran nokta da, bu giderilmesi mümkün görünmeyen merak. Orada gerçekten ne yapıyordu?
Gizem, dört harfli, sözcüklerin en sevimsizi olan o kelimede gizli:
Ö L Ü M
Ölüm, yaşayanların en zor anlayabileceği bir psikolojidir. 70 milyon kafanın, kafa kafaya verdiği halde o geceyi anlamlandıramamasının nedeni de budur. Yaşayan bünyelerin ölümün nasıl bir psikoloji olduğu konusunda hiçbir fikirleri yoktur.
Ölüm, bir an değil bir süreçtir. Ve ölüm sürecine girmiş insanlar, kendilerinden hiç beklenmedik düşünce ve davranışlar sergileme eğiliminde olabilirler. Bu süreç benim annemde, ölümünden önceki bir ay boyunca, salona ne zaman girsem onu karanlıkta otururken bulmamla başlamıştı. Ölüm anında insanın neler yaşadığını merak ederdi hep. O kadar sağlıklı bir genç kadın, son günlerinde karanlıkta hep ölümü düşünürdü. Yabancılaşmıştı. En başta babama. Sonra bize. Son ayında yaptığı yemekler, hayatında yaptığı en lezzetsiz yemeklerdi. Benim en sevmediğim yemek türleri, peşpeşe pişer olmuştu evde. O yemekleri, ölüm helvası takip etti. Son gecelerden birinde, sen ileride sakın bıyık bırakma güzel oğlum dediğini hatırlıyorum. Hayatta görüp görebileceğin en neşeli insan, kapı komşusunu tatile uğurlarken, ‘Gitmek var dönmek yok, dönmek var bulmak yok’ demişti. Kadıncağız psikolojik tedavi görmüştü. Döndüğünde annemi bulamamıştı çünkü.
Ölüm, önden sonsuz sınırsız bir boşluk hissi gönderir. Sezgi kanalları açık insanlar, bu boşluk hissini daha fazlaca hissederler. Ve bu, 3-5-10 yıllık değil, binyıllık aidiyetleri dahi yerinden söküp atabilir. Olayda adı geçen merhume…
Burada bir parantezi açmak gerekli. Bizim dinimiz, ölen er kişiden merhum/merhume yani Rahmete ermiş kişi olarak bahsettiren bir kültürdür. Dindar hassasiyetleri ağır basmış dünya görüşü, bunu bildiği halde, Tanrı’nın verdiği bir Rahmet ve Merhameti, insanlardan kendisi esirgememelidir. ‘Esirgeyen’ Allah, o anlamdaki bir esirgeyen değildir. Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’tır… Dinine bağlı kişi, her ne şartta olan olursa, ölen er kişiye nefretini değil merhametini sunmanın yollarını bulmalıdır.
Olayda adı geçen merhume kardeşimizin, olay gecesinde çekilen fotoğraflarına bir daha bakarsanız, ‘Ölüm, önden sonsuz bir boşluk hissi gönderir.’ sözünün ne demek olduğunu daha net görebilirsiniz. Aşağıdaki bu fotoğraf, vur patlasın çal oynasın bir gecede çekilmiş bir fotoğrafa benziyor mu hiç? Yüzündeki o ifadeye hiç dikkat ettiniz mi? Neşe ve enerjiyle özdeşleşmiş o yüzdeki boşluk hissini gördünüz mü? Bu resimde soyadı JOY (Neşe) olan birini görebiliyor musunuz?
Ailesine, eşine bu kadar bağlı bir genç kadın, bir sadakatsizlik yapacaksa, bunu bu kadar kameranın şahitliğinde mi yapar? Kamera ile karşılaşmış bir ünlüyü nasıl biliriz biz? Kamera ile karşılaşmış ünlü, kameradan kaçan ünlüdür. O refleks bu fotoğrafta nerededir peki?
Cevap, merhume Defne Joy kardeşimizin bakışlarındaki o boş ifadede… O sıralarda, ruhen aramızda değil artık o…
Eşinden öğrendiğimiz kadarıyla, iş yemeğinde olan eşini de o ortama davet ediyor. Parmağınızın ucuyla tutabildiğiniz bir ağırlığı düşünün. Elinizden kaymış, parmağınızın son ucunda sallanmakta artık. Bıraktınız bıraktınız… Bıraktınız mı gitti. Ölüm ânından çok, ölüm sürecine girmiş olan grafikteki merhume, parmağının ucuyla tuttuğu o ağırlığı, HAYATI bırakmadan hemen önce, son bir davet gönderiyor eşine. Olumlu icabet alamayınca, o ağırlık kayıp gidiyor. Ölüm sürecinde, onun kimliği, kim olduğu, kiminle evli olduğu, hatta evli mi olduğu, evinin neresi olduğuna dair bir bilgi yok onda. Sadece boşluk var. Ölümün sonsuz boşluğunu katlandıracak olan yegane şey hepimiz gibi onu da korkutuyor o sıra:
YALNIZLIK.
Gazete kağıtlarına ‘duygusal yakınlaşma’ olarak yansıtılan bu şey gerçekte, ‘hayatsal uzaklaşmama’ dürtüsünden başkası değil.
Ölüm süreci başladığında, bu sürecin içinde yer alan her aşama artık sadece bir teferruattan ibarettir. Basireti bağlatılmış o kişi, ambulansı çağırdığında ölümün olmayacağının hiçbir delili yoktur. Ambulansa bindirilen herkes hayatta kalmaz ki… Bu ölüm, diğer senaryoda, eşi o gece aralarına katıldığı senaryoda, eşiyle eve dönerken takside gerçekleşecek bir ölümdür. Ölüm, kararını verdiysen, önünde hiçbir engel duramaz…
Tanrı’nın doğum günü’nde ölüm için yapılan bir tanım vardır. Ölüm, boğazlı bir kazağı üzerinden çıkarmak gibidir. O kazak, boğazından geçtiğinde ölüm sonlanmıştır tamam. Fakat o kazağın bir de kollardan çıkarılma başlangıcı vardır. İşte bu fotoğraf da, hayat kazağının tenden çıkmaya başladığı anların bir fotoğrafıdır.
Bu evrende, kimlerin ne zaman ve nasıl öleceğine karar veren mercii Tanrı’dır. Tıp, tüm imkânlarına rağmen doğumun saatini nasıl bilemiyorsa, bizler de kendi ölüm zamanımızdan bihaberizdir. O durakta veya bu durakta. Hiçbirinde olmadı, şu durakta ineriz hayat yolculuğundan. 3. kişiler ve yaptıkları sadece birer teferruattır. Bu anlamda, derin üzüntüsünü paylaştığım o acılı aileye önerim, ‘kişileri ölümden sorumlu tutma’ refleksinin, uzun vadede, acılarını katlandırarak artıracağından hareketle, affedici olmalarıdır. Bir ihmal, bir kusur, bir kasıt varsa, bunu bize polis, savcılık söylemelidir. Yok ise, bir ihmal, bir kusur, bir kasıt arama ısrarında olmamalıdır insan. İntikam da, acıyı dindirme vaadinde bulunan, buna karşın acıyı katlandırmaktan başka bir işe yaramayan bir dürtüdür. Yakışan, bu değerli kardeşimizi toprağa gerçekten vermektir.
Herkesten ayrı olarak, eşini tüm kalbimle tebrik etmek isterim. Olaydan sonra eşine en üst düzeyde sahiplenmesi, bende gerçekten hayranlık uyandırdı. Sadakatsizlik gibi görünen o tiyatro dekoruna kendini kaptırmadı. Eşine hiçbir olumsuzluğu yakıştırmamasını, eşinin yaşadığı boşluk hissini, bir çeşit telepatik hissedişle paylaşmasına bağlamaktayım. Gözüyle gördüğü fotoğraflara inanmamacasına, sevgisine ve aşkına sadık kalması, bu gerçekten her aşığın harcı olan birşey değildir. O vahşi yazının yazarının, buradaki aşkın şiddetini idrak edebileceği bir aşk siciline sahip olduğunu sanmıyorum. Ne demişler.
Hastalıkta ve sağlıkta.
Ölümde ve doğumda…
Boşlukta ve yalnızlıkta.
Her Koşulda ve Her Şartta
Sevgiyle
buRAK özDEMİR
*************************************************
15 Şubat 2011, 06:26:08
14 Şubat VELEDLER KANDİLİ…
Peygamberine ‘veled’ demekten imtina ettiği için Me-vld kelimesini türeten, ağırbaşlı dindar amcalara ne büyük bir sürprizdi ama:
14 ŞUBATLI MEVLİD KANDİLİ…
Gerçekte Peygamberinin veledlik çağına adım atmasını kutlatmakta olan bir güzel dinin güzellerine, tüm Peygamber Çocuklara selam olsun.
Peygamberinin yaşlanınca peygamber olduğuna inanan ve inandıran yaşlı-başlı-ağırbaşlı-oturaklı-tumturaklı din uleması, bu din neden peygamberin ölümünü yadettirmez de doğumunu kutlatır hiç düşünmüş müdür?
Hazret-i Muhammed, veled olduğu gün peygamberliğe ulaşmış bir peygamber çocuktur. Vahiynin Kur-an’laşması, onun sadece peygamberliğinin insanlarca keşfini sağlar. İnsanların tarafından keşfi onu elçileştirmez. O, ‘Beni sizler varettiniz’ diyenlerden değildir.
Peygamber Çocuk Hazret-i Muhammed… İsa’nın anne karnında konuşmaya başladığı, ‘maharetli’ peygamber menkıbelerinin dünyasında, senin ermen için 50 yıl beklemen gerektiğine inandırılmış tüm nesiller için senden özür, hem de binlerce kere özür…
Kiraz ağacı, toprağa ilk ekildiği andan itibaren Kiraz ağacıdır. Sadece meyvenin insanların eline geçmesi biraz zaman alır. Tohum da, fidan da, tahtadan yapılma o sert ve büyük gövde de, herşeyiyle kiraza ermiş bir kaderdir. Kiraz ağacı her mevsim kiraz ağacıdır. Sadece meyve verdiği mevsim değil.
İnsanların ancak meyve VEREN ağacı meyve ağacı ilan etmeleri geleneği, Hazret-i Muhammed’in de peygamberliğini ancak Kur-an meyvesinin insanlarca toplanabildiği tarih olarak işaretletir, meyvecilere. Onlar çevreden, ormandan, ağaçdan hiç hazzetmezler, buna karşın şapırdana şupurdana meyve yemelerini gördüğünde senin bile ağzının suyu akar. Dincilik, şapırdana şupurdana icra edilen, ağaç sevgisinden uzak bir meyve yiyiciliğidir.
Allah’ın kulunun oğlu Muhammed bir çocuk peygamberdir.
Okuyucu ailemizdeki dostlarım bilirler. Bambaşka bir İslam’la tanıştığım ve insanları o bambaşka İslam’la tanıştıracağımı öğrendiğim, 1 yıl evden çıkmadan geçen münzevi-meditasyon günlerimin sonunda bir işaret istemiştim Tanrı’dan. Bu İslam, bu yol, bu harita,  o kadar hayal, o kadar soyuttu ki, delirmediğime kendimi ikna edebilmem için, sadece benim değil bakabilen herkesin görebileceği, somut bir şey istemiştim. Tanrı’nın doğum günü için somut bir dış delil istediğim o gün, buRAK’lığımın İslami kökeni olan Miraç kandili ile doğum günümün o yıl, aynı güne geldiğini öğrendiğim gün olmuştu. O günden beri düşünürüm. Benim o soruma, verilebilecek bundan güzel bir cevap nasıl olabilirdi? Biri sana bir dua ettiğinde ona o anda, takvimden iki günü denk getirerek Tanrı’nın doğum günü’nü anlatarak ışık hızında karşılık verebilmek ne muhteşem bir tanrılıktır…
O günden sonra, yeniden bir İslamî ‘denk gelmesi’ olgusunu yaşamak muhteşem bir mutluluk oldu. 14 Şubat, bizim ilkdoğan yenidoğan evlât Haktan buRAK için doktorların en başta bize verdiği tahminî doğum tarihiydi. Sevgililer günü ile Veledler Kandili’nin aynı güne getirilmesi bana ikinci bir tanrısal armağan oldu.
Mevlid klişesinden arınacak ve bundan sonra doyasıya yaşanacak, kana kana idrak edilecek VELEDLER KANDİLİ’ne geçiş de, bu farkındalığın meyvesi olan bir bilgi oldu benim için. Bizim veled 14 Şubat’ı bekleyemese de, kendi kendine yaşını ileri alsa da, bu müjdeli tarihi biz kalbimize çoktan yazmıştık. Ortadoğu’daki başkaldırı günlerine alınmış bir doğumla, bu kandil meyvesi biraraya geldi. Bu hediye paketlerini açmam, haftasonu yeni köy evimizdeki meyve ağaçlarına baktığım, onların arasında yürüdüğüm sırada oldu. Hatırlatırım. ‘Tohum da, fidan da, tahtadan yapılma o sert ve büyük gövde de, herşeyiyle kiraza ermiş bir kaderdir.’ dediğim, yazarlık değil gazeteciliktir. Bu cümledeki haber kaynağımın çok güvenilir olduğunu söyleyebilirim. ‘Köklü’ bir gelenekten gelme, sağlam bir haber ağacı…
Dostlarıma küçük bir Veledler Kandili hediyesi olarak daha önce sözünü verdiğim Yeni Kitap hakkında bazı bilgiler paylaşabilirim.
KKD…
Onu nasıl anlatmalı… Kitaplar vardır. Bir kişi eline alır yazar ve insanlar okur. Binlerce insanın birlikte yazdığı bir başka kitabın örneği var mıdır bilemem. Bildiğim, KKD’nin Tanrı’nın doğum günü’nün ilk doğduğu günden bugüne,
benim tüm yazılarımın dışında,
okuyanların kalem olup aktığı nice yazıları içeren,
o kalemlerden akan
hüzün,
sevinç,
mutluluk,
çığlık,
coşku,
sitem,
küfür,
tehdit her ne varsa,
yansıtan topluca yazılmış
bir hepimiz kitabı olduğu…
Şu 4 yılı bir gözden geçirme imkânı buldum bu süreçte. 10 bine yakın okuyucu mektubu yayınladığımızı görmek sürpriz oldu. Yayınlanmayanların bunun 4-5 katı olduğunu tahmin ediyorum. Keyfekeder güncellenen, her bir satırı yaşanarak yazılan, içilerek okunan bir günlük için bunlar büyük rakamlar olmalı. Ne derin, ne şehvetli ve ne kalabalık bir aile.
KKD hepimiz kitabı. Buna karşın sürprizlerle dolu. Son Tefsircinın kitabı tamamlayıcı yazılarının yanında, yayınlanmak üzere seçilen tüm bu mektuplar küçük bir kurgu çerçevesinde biraraya gelmekteler. Sitenin yazıcıdan çıktı alınmış hali gibi düşünmeyin. Zira bu kurgu çerçevesinde bu hepimiz kitabında Tanrı’nın doğum günü, Peygamber Çocuklar, İndigo Mehdi, Levh-i Mahfuz bu kitap isimlerinin kelimesi dahi geçmemekte. Tüm olan bitenin topluca güncellendiği bir hal. Benim kaleme aldığım tamamlayıcı yazıların yeni versiyonlarıyla kitapta yer aldığını belirtmeliyim. Bir kitap yazdığında, onlarca kere tekrar okuyabiliyorsun. Günlük yazıları ise sımsıcak en fazla 1 kere okunarak servis edilen metinler halindeler. Dil, son tekâmülünü tamamlamakla birlikte bazı parçalar, birleşme imkânı buldular.
Örnek, ‘İnançlar çiçek mi kereste mi?’ yazısını düşünelim. İnanç tüccarlarının, inançları bir çiçek gibi değil cansız bir tahta gibi pazarladığını anlatan yazı ilginç bir tarihi anekdotla birleşti:
Bu insanların İsa’ya yakıştırdıklar meslek olarak neden ‘marangozluğu’ seçtikleri…
Gelelim 2.3 gizemine… Levh-i Mahfuz 2.3 versiyonu ile KKD ilişkisine.
KKD’de:
– Seçilmiş okuyucu mektupları
– Tamamlayıcı yazıların ilk kez bir kitapta birarada toplanması
– Bu yazıların güncellenmesi
– Kitabı içine alan ince bir kurgu
‘nun yanında,
Levh-i Mahfuz 2.3 versiyon eklemeleri de ayrıca yer alacak. Levh-i Mahfuz’un yeni versiyonu, KKD’nin içinden çıkmış olacak. Tüm bunların yanında,o okuyuculara o duyguları yaşatan mevcut Levh-i Mahfuz satırlarından oluşan bir seçkinin de kitapta yer alması. Ne güzel bir tanışma fırsatı…
Tüm bunları biraraya aldığımızda, KKD’nin benim aşığı olduğum ismiyle birleştirdiğimizde, bu bembeyaz ciltli kitap için şunu söyleyebiliriz. KKD, kitaplarımızın okunurluk olarak en hafifi olacak. Hepimiz kitabı, herkesin kitabı olacak. ‘Kitabı verdim ağır geldi bi türlü okutamadım’ dediğiniz tüm dostların rahatlıkla okuyacağı bir kitap olacak KKD. Meselâ, İslam’ın devrim felsefesini ev temizliği üzerinden anlattığı için. Cıvıl cıvıl bir beyaz.
KKD = Tefsirin Tefsiri.
Bizler, dünyanın dört yanına yayılmış indigolar, biz kimiz, ne yapmaktayız, ne yapmamaktayız, herşey tefsirin tefsirinde yanıt bulmuş olacak. KKD ile birlikte Levh-i Mahfuz, hakkında yazılanlardan bir başucu kitabı çıkarabilen bir başucu kitabı olarak hayatına devam edecek.
İhtiyacımız olan yüksek tempoyu, 10 bin okuyucu mektubunu yayınlayarak elde edemeyeceğimiz hepimizin malumu. Zaten böyle bir rakam 4-5 kitap cildine ancak sığacaktır. Mektuplar, benim o anda, ortak kesimlerin, ortak duygularının tercümesi olarak kabul ettiğim seçmelerden oluşmakta ve bu konuda dostlarıma benim mektubum çıktı sevindim, çıkmadı üzüldüm konulu sohbetler başlatmadıkları için şimdiden teşekkür etmekteyim. Bizim mektuparımızın isimsiz yayınlanmasındaki anlamı asla kaybetmemeliyiz. Benim mektuplarım değil bizim mektuplarımız onlar.
Aradan geçen bunca sene sonrasında tekrar baktığımda şunu gördüm burada yazılıp çizilenlere. Özden geldikleri için, ilk günkü gibi büyüleyiciler. Eskimemişler bilakis şarap gibi gerçek tadlarını daha yeni bulmuşlar ve daha önemlisi bir site için değil bir kitap için yaratılmışlar.
2.3 güncellemesinin içinde Tasavvuf-Tarikat yazısı da olacak. Yeni astroloji bilgisi de. Ve daha nice parça parça pasajlardan oluşan aktarımlar.
Bir de okuma deneyimi ile yazma deneyimini birleştiren bir şey olarak yeni bir uygulamamız. Yazarken bazı notlar düşeceğim siteye. Gönlümden geçenler. Meselâ bunların ilki.
xxx12 olarak işaretlediğim söz: ‘Benim içimi o kadar çok ısıttı ki anlatamam.’
Kitabı gezerken xxx12 diye bir dipnot gördüğünüzde, siteyi takip ediyorsanız hatırlarsınız. Daha etkileşimli bir okuma-yazma serüveni. Birlikte okuyabileceğiz böylelikle.
Kitapta bir hayli yol alındı ve sanıyorum 1 ay içinde tamamlanmış olacak.
Evlât kokusunun üzerine bir de Köyevi, ruhumda gerçek bir doping etkisi yaptı. Kedigiller de ilk defa bizimle gezmeye gelmiş oldular. Geri dönmek istemediler. Gerçi bunları oksijen çarptığı için evde, canlı hayvandan ziyade yere serilmiş üç adet dekoratif kedi postu kıvamındaydılar. Hey gidi oksijen sen nelere kadirsin. Sokak hastası Tosun, camdan kafasını uzatıp dışarı bile bakamadı 3 gün boyunca.
Baba olmak konusu ilginç. Hayatım boyunca hayalci biri olduğum için gerçekçi amcalar tarafından hep geleceğe ertelenme girişimleriyle karşılandım. Çocuktum sünnet olmadın daha, bir sünnet ol ondan sonra görürsün dediler. Oldum, hiçbirşey olmadı. Delikanlı oldum, ooo sen hele bi askere git o zaman görürsün hayat ne demek dediler. Asker de oldum. Hayallerim, ideallerimde, kişiliğimde birşey değişmedi. Birilerin yanında çalışıyorsun kendi işini kur da o zaman görürsün dediler. Stopajlarla bilmemnelerle uğraştım kaç senedir kendi işlerimin başındayım halâ. Gene tık yok. Çocukluğumu bırakmadım elden. Hele bi evlen ondan sonra görüşürüz dediler. Evlendim 4 sene doldu. 24 saat birarada bi de. Sanıyorum saat hesabı yaparsak, 16 yıllık bir izdivaca denk düşer şimdiden. Aşkım, sevgim, hayat sevincim hiç eksilmedi. En son dedikleri, hele bir çocuk sahibi ol vardı. İşte şimdi o da oldu. Geçen yazmıştım. Çocuk geldi hoşgeldi. Evde artık 3 çocuk olduk. Bu kadar. Hayat repertuarımın, bir insan hayatına sığmayacak şeyleri sığdırabildiğim hayat repertuarımın son eksik parçası da geldi. Hoş geldi sefa geldi. Artık bizi erteleyecekleri ne kaldı bilmiyorum.
– Hele sen bir öl de ondan sonra görürsün hayatın nasıl birşey olduğunu…
Bi bu kaldı 🙂
Gece uyumamak benim için no problem. Fakat uyumak için yatıp da uykunun zırt pırt kesilmesi yes problem. Bilmem anlatabiliyor muyum? Fakat bu kerata için uyanmalarımda ne yorgunluk ne bıkkınlık hiçbirini hissetmiyorum. Geçen gün annesi veledi emziriyor. Sabaha karşı. Arada azıcık bir ağlar, mızırdanır gibi olmuş. Benden, yorgunluktan bayılıp, yatağa gömüldüğüm yerden bi ses gelmeye başlamış:
Pişşş Pişşş Pişşş Pişşş
🙂
Otomatiğe bağlanmış çocuk pişpişleme makinası. Çocuğunuzun bilimum gazları çıkartılır. İtinayla sallanır, ağlayan çocuk susturulur.
Şimdi benim uykumda çocuk pişpişlememi gören bu Bahar halime çok gülmüş ya? Ben o Bahar’ı gece sabah karşı nasıl yakaladığımı anlatayım mı?
Yatakta yarı dikelmiş bir vaziyette, uyuyor vaziyette çocuk emziriyor. Fakat küçük bir detaya dikkat. Kucağında çocuk yok 🙂 Çocuk yatağında mışıl mışıl uyumakta. Gören fotoşopla kucağından çocuk silinmiş sanır. O kadar havasına girmiş.
Durum 1-1 oldu resmen.
Fakat dün gece durumu 2-1 yapmayı başardı. Uykusunda işletti beni. Aslında buna 2-2 olduk demek lazım, o da farkında değil. buRAK buRAK kalk sesiyle uyandım. Noldu dedim? Çocuğu al hemen dedi. Neden? dedim. Bi izahatler yaptı. Aklıma yatmadı, ya ama çocuk uyuyor, ağladığı falan yok ki diyorum, gene mantıklı bişeyler söylüyor. Bu annelerle tartışmak da zor iş ciltler dolusu kitap okuyolar. Sen cahilsin sen anlamazsına getiriyolar işi. ‘Cehalet’ işte kalktım çocuğu aldım kucağıma. Yatağın ucunda oturuyorum. Kucağımda çocuk. Uyuyor. Ben de uyukluyorum. Arada bana tuhaf tuhaf bakıyor. Manyak mıdır nedir bu, niye aldı beni durduk yere kucağına diyor muhtemelen. 5 dakka 10 dakka 15 dakka bekliyoruz. Bir bakarsın ki üçüncü tekil kişi, mışıl mışıl uyuyanımız annemizin ta kendisi. Bi daha uykumda kimseye itaat etmiycem. Resmen işletildim. 2-2 olduk değil, ufaklık da işletildi bence 3-3 oldu bu. Sabahın 4ünde çocuğu al, bırak şimdi. Hani anten esprisi vardır. Ya hah güzel çekiyo böyle, e sen kal öyle. Aynı hesap.
Altı bezlenirken öyle bir işiyor ki, fıskiye bize isabet etmesin diye kendimizi oraya buraya atıyoruz. Bugün kontrolcü doktorun muayenehanesinde bir çeşit süs havuzu oluşturduk. Kendinden fıskiyeli. Bişey örtmek iyi oluyor o yüzden. Sünnet olurken hiçbirşey hissetmedi, ruhu duymadı, merak eden ablaları olmuş. İlk birkaç gün his olmuyor orada. Yenidoğan sünnetinin faidesi. Hele bi sünnet ol da o zaman görürsün diyemeyecekler ona, büyük kayıp.
Zeytinyağıyla yağlıyoruz her akşam mis gibi oluyor. Kayınvaldem yemeğe çağırdı, şu anda burada çok güzel bir zeytinyağlı yiyoruz dedim şaşırdı, anlamadı. Ki kendisi bugün Sevgililer Günümüzü kutladı. Ben de Sevgililer Günü’nde bizim evde kalarak Sevgililer Günü olgusuna ayrı bir boyut! kattığı için kendisine müteşekkir olduğumu ifade ettim. Aşkolsun dedi. Gitsen de olsa demedim tabi. Çok seviyo beni. Hatta şöyle. Sen benim oğlumsun bu kız! da gelinim diyo. Sağolsun. Film mevzusu ilk ortaya çıktığında yavruum bana da bir rol verirsin artık esprisini yaptı. Anne dedim. Yazarın kaynanası rolü senindir… Aşkolsun dedi gene. Bu kaynana maceralarımdan ayrı bir kitap çıkarmayı düşünüyorum. Çocuğun doğmasına yakın, aşağıdayım çalışıyorum. Yukarı ‘bizim’ odaya bir çıktım. Bahara bakmaya. Eeee. O odada alışık olmadığım bir çift ayak uzantısı gördüm. kapı aralığından. Bir baktım. Kıvrılmış bir kayın valide. Bizim odada serili. Eeee… Bahar’a sordum. Eeee Bahar annen eee bizim yatağımızda eeee ne arıyor eeee dedim. Kâbus görmüş gece. Çok korkmuş. Küçük bir çocuk olaraktan gelip kıvrılmış. O günden beri, her gece yattığında ‘anne herhangi bir kâbus falan görürsen ortamıza kıvrıl hiç çekinme!’ diyorum. ‘Biz ninni söyler seni uyuturuz’. Dilime düştü. Bu espriyi yapıyorum hep. Allahtan her espride bir gerçeklik payı var. Mesaj alındı sanıyorum. Bu arada, torunum doğsun sigarayı bırakacağım diyen babamın bu sözünden yan çizdiğini söylemiş miydim? Canı sağolsun.
Geçen gün bir ‘çapkınlık’ maceram oldu, Bahar’a anlattım gülmekten öldü. Yolda yürürken uzaktaan bir hanım gördüm, tarzıyla, görüntüsüyle ne hoş diyecektim kendi kendime, uzaktaan görüyorum. Görüş alanıma girdiğinde bakacaktım, bakmayı unuttum. Bu kadar işte. Macera bitti. Kafam, düşünceler, çalışmalar itibariyle nasıl kazan gibi’yi anlatmak bakımından aktardım. Torunum doğsun sigarayı bırakacağım diyen babamın bu sözünden yan çizdiğini söylemiş miydim? Canı sağolsun. Şu an da, uzaktan ne gördüğümü de hiç hatırlamıyorum. Çinli miydi Kızılderili miydi hiçbir fikrim yok.
Hani bu evlenince aşk ölür diyolar ya. Üstüne çocuk yapınca kompile gidiyo falan. Bu, çocuklara atılmış koca bir iftira. Genç kardeşlerime bir ‘yaşlı’ tecrübesi. Ne aşk, ne sevgi hiçbirşey azalmıyor. Bilakis daha bi coşuyo duygular sanki. Ağaç meyve verince neden devrilsin? Asıl o zaman daha bi arz-ı endam eylemesi lazım. Aşkı öldüren birşeyler olabilir. Böyle birşey varsa, o şey asla çocuk değil. Başka bişey ama çocuk değil. Çocuk kara duyguların bir çeşit aklanış biçimi.
Hani hep deriz ya. Ya da bize dedirtirler ya. Annenin babanın hakkı ödenmez. Çocuk sahibi olduktan sonra bu mit de yıkıldı. Hamilelik sürecinde, Bahar’a 24 saat doktor-hemşire olmuş bir olarak söylüyorum. Senin hakkın asla ödenmez der bana hep sağolsun. Sürecin içine bu kadar katılmış biri olarak söylediğimi ifade ediyorum ki, dediğimin öneminin altı çizilmiş olsun.
Ey çocuk,
Ey kandiller konusu veled,
Anneni sev.
Babanı da.
Ver onlara.
Karşılıksız ver.
Hisler duy onlara karşı.
Bağlı da kal,
seni bağımlı kılmayacakları noktaya kadar.
Hepsine tamamım.
Vermek istiyorsan verebileceklerinin hepsini ver onlara.
İstiyorsan da canını ver.
Herşeyi ver, herşeyi yap ama sakın BORÇ ödeme onlara.
Herkes için evlat sahibi olmak bir çiledir.
Benim durumumda bu çile, belki de 8′e 10′a katlıdır.
Bu durumdan seslenerek diyorum ki evlat olan veled hiçkimseye  borcu olmayan bir candır.
Canlar, doğuştan borçlandırılarak yaşlandırılmamalı. Asla.
Veriyorsan gönülden ver.
Yaşıyorsan gönülden yaşa.
Asla mecburiyetten değil.
Borcundan dolayı asla.
Parmak Çocuk Parmak Çocuk.
Annenle ayrı konuş ben kendi adıma konuşuyorum.
Konumuz ‘babalık hakkı’
Bu günler çileli günler gibi görünebilir baban tarafından.
Sen sakın öyle görme.
Hiçbir borcun falan yok.
Verdiklerin, aldıklarını fazlasıyla karşıladı
Senin hesap çoktan ödendi
Öyle bir mutluluk yaşattın ki sen bana
Üç kuruşluk fedakârlıklar az bile sana…
Veledler Kandilin kutlu olsun.
Baban
************************************************
11 Şubat 2011, 18:52:15
Mısır’da Tanrı’nın doğum günü… Kutlu olsun…
Mısır’lı İndigolar,
kibirli oryantallerin
tüm küçümsemelerine
‘göreceksiniz yapamayacaklar’ ına rağmen
YAPTILAR
Son Firavun yıkıldı
11022011 tarihinde
Hüsnü-bey-amca gitti
darısı ve sırası
diğer Hüsnü-bey-amca’ların başına
İslam tarihinin en mutlu 5 gününden biridir bugün
Yeryüzünün en pasif topluluğu
Ayağa kalktı
Söz aldı
El koydu
El koymak ne kelime
Masaya yumruğunu vurdu
Bilimkurgu filmlerinin hayalgücünün yetmeyeceği günlerden birindeyiz
Hanlar, hamamlar, krallar ve tüm Hüsnü-Bey-Amcalar,
Gidecekler
Değil
Gidiyorlar
İsrail’in barışçı olmayan kesimi;
Kibirli İsrailoğlu geçmiş olsun
Müslümanlardan koyun sürüsü olarak bahseden dünya görüşü sana da geçmiş olsun
Devrim alev aldı,
İslam’ın gerçek ateşi bu
Gözün gerçekten aydın İnsanoğlu
Müslüman Başkaldırısı
Bu yolunda sonunda
Hacıların tüm hocalarını,
Hocaların tüm efendilerini de yakacak
Tanrı’nın DOĞUM gününe
Başkaldırı = İSLAM günlerine hepimiz hoşgeldik
‘Radyolarını’ yeni açanlar için söyleyelim:
EĞLENCE DAHA YENİ BAŞLIYOR
*******************************************************
29 Ocak 2011, 04:00:34
Parmak Çocuk Güncesi…
Parmak çocukla ilgili yazmak, paylaşmak istediklerim oluyor. Fakat bu konuda sürekli başlık açarak da, günlüğü kişiselleştirmek istemiyorum. O nedennen, günlüğe girdiğinizde bu başlığı bulabilirsiniz. Parmak Çocuk Güncesini bu başlık altında güncellenecek, yeni başlık açılmadan.
sevgiynen
* * * * * * * P A R M A K Ç O C U K G Ü N C E S İ * * * * * * *
– 9 ve 19 rakamlarının hayatımdaki tezahürlerini takip etmeyi bırakalı çok oldu. Bıraktım çünkü her yerde karşımdaydılar. Bu kutlu rakamlar geri döndü. Doğum saati 11.19′muş. Oda numarası ise 09.
– Parmak Çocuğa ikinci bir isim taktım. Onun adı Vantuz Adam. Vantuz bu. Bunu cama yapıştırsan kaymaz kalır orda. Bilmem anlatabiliyo muyum 🙂
– Bütün çocuklar ne kadar özelse, parmak çocuk da o kadar özel. Barnak çocuun şöyle bir farkı olabilir. Öz-hala ve öz-amcaları bu kadar fazla bir çocuk daha yoktur 🙂 Malum, okuyucu sülalemiz azıcık kalabalık 🙂
– İnsanlar mı çok sakiiiiin, biz mi fazla taşkınız. Burada bissürü çocuk doğdu. 1-2 kişi geliyor camın önüne. Ah canım ne tatlı diyip gidiyolar. Bir tanesinde bir hanımın gözünden hafif yaşlar süzüldü. Gelelim bize. Bizim familya, hem ana tarafı hem baba tarafı çocuk konusunda manyak piskopat ölçeğinde bir sevgiyle dolu. Doğumhanenin önü diğer doğumlarda son derece medeniyken, bizde bir Afrika Kabilesi pozisyonu vardı. Bağrış, çağrış, ağlayanlar, hıçkıranlar, bol ş’li Maşşşşşallah’lar uçuşuyordu. Doğum anında duygulandım çok. Fakat ağlamadım. Oradan çıktım doğumhanenin önüne geldim ağlattılar beni. O kadar dayandım dayandım… Töbee…
– ‘İsyan ateşi’ yazısından sonra hemşire geldi, sizin bu oğlan amma da isyankâr dedi. Hoşuna gitmeyen şeylerde elinin tersiyle git başımdan dercesine bi hareket çekiyomuş 🙂
– Pehlivan, az önce yağlanmış pehlivan oldu. Bebeyağıyla yağlanıp masajlandı. Ohhh… O ne koku öyle. Teyzesine, uzattım boynuşunu sen de çek bi fırt dedim.
– Tosun hafif moralsiz. Yaşasın saf, Sıpa sokulgan. Bugün ilk defa bu kata geldi baby bURAK, Yaşasın merakla başına toplandı seyretti. Sıpa ise dayanamadı sürtündü. Tosun yattığı yerden doğrulmadı. Çocuk dünyanın en güzel şeyi evet ama benim kedilerim de benim dünyanın en tüylü güzellikleri olmaya devam edecekler. Yakında hakikat ortaya çıkar.
– Çocuğa durup dururken hayvan diyorum. Yıllardır ağzım alışmış. Durup dururken ‘Ne zaman karnını doyuracak bu hayvan! diyorum herkes bana bakıyor. ‘Çocuk yani’ diye düzeltiyorum. Bu kadar hayvanlarınla yaşarsan olacağı budur. Aman üşümesin bu hayvan?
– Ağzım gene alışmış. Büyümeyi kabul etmemek ve hep başkasının çocuklarını sevmek kaynaklı, ‘Abisinin canııı’ diyorum. Töbe. Zaman içinde ‘babasının’ bir tanesine dönmeyi umud etmekteyim.
– İşte bu da Sanal Sünnet Töreni. Nasısa yabancı yok burda. Belgesel niyetine sünnet ânı.
– parmak çocuk: Nam-ı diğer Uyku Tulumu
– kendi kendini kundağa sarmış bir kedi: Tosun
****************************************************
29 Ocak 2011, 00:56:48
Tunus, Mısır… Ve diğerleri… Neler oluyor… Daha önemlisi: NELER OLACAK…
‘İslam alemi, binyıldır gerilen bir ok. Çok yakında İslam yayının içinde biriken o enerji serbest kalacak, ülkede ve BÖLGEDE çok ama çok büyük değişimler yaşanıyor olacak. Hiçkimseye sürpriz olmasın. İnsanlık tarihindeki hiçbir ok bu kadar gerilmemişti…’
Sayfa: 841, Levh-i Mahfuz (2009)
******************************************************
28 Ocak 2011, 01:54:09
Geçen kısmın özeti…
Doğum haberi gecikince, doğumun çoktaan gerçekleştiğini, ama kendi hayatımın telaşına düşerek, haklı bir gerekçeyle siteyi ihmal ettiğimi düşünen ve bu nedenle bana anlayış gösteren dostlarıma teşekkür değil teessüf ederim. Hiç kambersiz düğün olur mu? İnsanın ailesiyle paylaşmadığı şeye mutluluk denir mi? Aşkolsun derim bu işe.
Diğer dostlarımın tahmin ettiği üzere sükut orucundaydım. Sükut orucu diyince akla romantik-meditatif bir ortam gelmemeli. Çok çileli bir hamilelik oldu bizimkisi. Annenin sinüziti nüksetti çok ağır bir şekilde, hamileliğin son günlerinde. Son hafta, sabah akşam iğneye gittik geldik. Daha bir sürü şey. Çocuklanmak bir projeyse, bu proje sessizliğimden arta kalan tüm önceliklerimi benden talep etti. Ben de arada fırsat buldukça ‘yeni kitap’ diyebilme iznini kopararak kabul ettim. Siteye bıraktığım 2.3 versiyon ipucuyla ilgili birimizin yaptığı çıkarım, vaziyetimi harika özetledi:
’2.3… 3 üzeri 2 dokuzdur. Tamam buldum! Dokuz doğuran bir baba!’
Tam tevekküllü 99a hamile bir haldi benimkisi. Şükür ki, meyvelerin en güzeliyle neticelendi. İnsanlığa mesajım şu ki, annelerin hakkı gerçekten ödenmez. Ama lütfen şu babalara da biraz ehemmiyet atfedilsin 🙂
Doğum anında oradaydım… Anlatması zor bir ortam. Hiç de öyle romantik falan değil. Sevdiğiniz müzikle gelin dediklerine falan bakmayın. Hani doğumu izlemeye giren baba nasıl da bayıldı hikayelerinde anlatıldığı kadar var. Kendi soğukkanlılığımdan ben rahatsız oldum. Ben ameliyathaneye girdiğimde kameramla, ortam biraz sıkıntılıydı. Epudral sezaryen. İmparatar Sezar gibi, annenin karnından alındı benim yavrum. Tabi biz Sezar’ın annesine yapılanların tam aksine başımızın her zamankinden daha tacı ettik annemizi.
Anne, normal ve bilindik doğum yapmayı çok istiyordu. Hatta buna şartlanmıştı bile diyebiliriz. Fakat ufaklık doğumun startını vermedi ısrarla. Anne çok üzüldü. Anne çok teselli edildi. Tevekkül etmeye davet edildi. Anne tevekkül davetini kabul etti. Boynuna dolanmış bir kordon varmış meğer… Parmak çocuk DÖRT KİLOluk bir pehlivan olarak çıkıverdi annesinin karnından.
Normal doğum startının verilmemesinin tıbben 3 nedeni var. Kendisinin ağzından aktarıyorum:
1- Kilo olarak maşallahım var.
2- Boynumda bir kordon var. Adam asmaca oynamaya hiç niyetim yok.
3- Söylemiş miydim? KAFAM ORADAN ÇIKAMAYACAK KADAR BÜYÜK.
Kime çekti bu çocuk bilmiyorum ki 🙂
***
Dünden itibaren günlüğümüzde oluşan ve bundan sonra da çeşitli şekillerle devam edecek olan bebek gündemini, bir devrimcinin çoluk çocuğa karıştığı, ideallerin, gençlik hayalleri halini aldığı bir kişiselleşme süreci zannedenlerimiz öyle zannetmesin. Bu bebeğin boynundan aldığım o koku, yeni kitabın sayfalarından hepimizin gönül direklerine değecek. Bir Rahimin doğuşu ve benim buna tanıklığım, yeni bir versiyonun labaratuvar aşamasını oluşturmakta.
Hamilelik sürecinde çok kadim bilgilere kavuştum bu peygamber çocuk sayesinde. Çok merak ettiğim konulardan biri çözümlendi. Pek yakında…
Şimdi düşünüyorum da, okuyucu ailemiz ifadesindeki aileyi bir ‘gibi’, bir benzetme zannetmek ne şaşkınlık. Anne bir sürü hazırlık yaptı evladı için. Ben, bu konularda bir kütük olduğum için, böyle incelikli, dantelli, süslemeli çocuk hazırlıklarından pek fazla çakmam. Ama çakabilenlere selam çakmayı da ihmal etmem. İçine şeker doldurulmuş minik patikler gördüm evde. Bu ne dedim. Çocuğun şekerleriymiş. Eşe, dosta ve ‘aileye’ verilirmiş. Buradaki aile kavramı rahatsız etti içimi. Bendeki çıkarım şu oldu.
Bütün aileye şeker mi dağıtacağız?
Bütün dünyaya bu şekerleri nasıl ulaştıracağız ki?
O patiklerden birkaç yüz tane daha yaptırıldı. Doğumgünü kitapçısından giden kitaplara minik ve tatlı bir kitap ayracı yerleştirilecek diyelim… Bak bu ayraç lafı da rahatsız etti beni. Mavili beyazlı bi kitap birleştiricisi diyelim.
***
Parmak çocuk bugün sünnet oldu bu arada. Tıp dilinde buna gitti pipinin yarısı diyoruz.
***
Bugün Emir geldi bURAK’ı ziyarete. Emirin kaydeşi geymiiiiş diyorken onu görmediğiniz iyi oldu, kesin yerdiniz biricik yeğenimi.
Emirle bayramda uzun yol gittik. O yolculuk boyunca, başka bir felsefenin mensubu olan babasının dikiz aynasından çaktırılmamış kızgınlıkla dolu bakışlarının arasında Emirciğe futbol felsemi nakşettim. Bilge bir çocuk. Delikanlı adam renkli takım tutmaz felsefisini hemen içselleştirdi 🙂 Emiri önce üçlü çekip sonra şeşiktaşş diye bağırırken iyi ki görmüyosunuz, kesin tuttuğunuz takımı değiştirirsiniz.
Emir dedesine ve dayısına çok düşkün. Bana geliyo. Diyo diyo. Dayı yani.
– Diyo?
– Efendim Emir?
– Kalk!
– Emrin olur Hünkârım.
Kalkıyoruz top oynuyoruz. Ya da birbirimizi emekleyerek kovalıyoruz ki, emekleme konusunda hiç de fena olmadığımı belirtmeliyim, bu konuda mütevazi olamayacağım. Yakalıyorum onu. Sonra kavrayıp, sıkıştırıp, kulağına çok bağırmadan tabi vov vov vovvv diye köpek havlaması yapıyorum. Huylanıp, gıdıklanıp, kikirdiyo. Katılıyo gülmekten. Bunu görünce bir köpek olarak daha bi vovlayasım geliyo. Kalk! diyo bana bize geldiğinde. Yukarı çıkıyoruz birlikte. Annemizin hazırladığı bURAK’ın odasına götürüyo beni elimden tutup. Odanın kapısını gösteriyo Emir bana: Kaydeşş diyo. Evet kaydeş Emir.
Emirin kaydeşi geymiiişin altında da bu bilinç var. Melek bakışlı Emirim.
***
Yeni kitap için ve özellikle sinema filmi için müthiş bir açık hava isteği var içimde. Öyle ki açıkhavaya çıktığım anda titreşimler yağmaya başlıyor üstüme. Yeni kitap ve sinema filmi için istanbula yakın bir orman evi tuttuk bu istekten hareketle. Temiz hava fışkıran bu yemyeşil diyara fırsatını buldukça gideceğiz. Kedigilleri de alarak. Gönlümüzce bu evi, oturduğumuz evin aidatı kadar bir kirayla tuttuk.
Eşya işi de şöyle çözümlendi. Bence tanrısal bir çözümdü. Doğumdan 2 gün önce doktordan döndüğümüzde akşam olmuştu. Anne uyuyordu. Ben de internetten ucuz ikinci el eşya ilanları tarıyordum. Bir öğrenci ilanı gördüm. Evini kapayan mezun bir öğrenci, bütün eşyalarını uygun bir rakama bu akşama kadar satmak istiyordu. Akşam saat 8di aradığımda. Umudunu kesmiş bir vaziyette belediyedeydi ben aradığımda. Satamadığı eşyalarını belediyeye bağışlamaya çalışmış, zorluk çıkarmışlar buna orada 🙂 Bugün git haftaya gel falan demişler.
Karnı burnunda Baharı da alıp gittim. Cici bir insandı. Buzdolabı, çamaşır m., çekyat, yatak ve burada daha sayamayacağım bi sürü eşyayı 300 liraya sattı bize. Mütevazi, öğrenci eşyalarıydı. Biz de bir bakıma ‘öğrenci’ olduğumuz için konsept uydu bize. Gece bu eşyaları nasıl taşıyacağız sorunsalı vardı kapıda. Bir kamyonetçi buldum, 2 adamını alıp geldi. 200 liraya da onla anlaştık. Sabah cüzdanıma meğer doğum için saklamış olduğum ve bulunca çok sevindiğim 500 lira bunun için hediye edilmişti sanki. Gece 1de orman evine taşıttık eşyalarımızı yağmur içinde. Kamyoncular muhtemelen hatırlamıyordur. Sorsanız, ‘Rüyamızda bir ormandaydık’ diyebilirler. Şöför içki masasındaymış ben aradığımda meğer. Arkadaşına kullandırarak geldiğinde yanımıza adam halen kafaca içki masasındaydı. Abi sana da veriyim mi viski içer misin dedi. Adama baktım, ne önünde ne arkasında viski miski yoktu 🙂 Adam imajinal olarak halen içki sofrasındaydı. Sen iç afiyet olsun dedim. Eyvallah dedi ve devam etti ‘içkisine’. Bunları vericeksin başbakana. Bak bakalım içiyor mu bi daha 🙂 Önümüzdeki onyılın alkol sofralarının en coşkulu, en muhteşem sloganı hadiin arkadaşlar, tıksırıncaya kadar içelim’dir. Başbakan içki kültürümüze Hayyam tadında bi derinlik kattı. Zaten ben de yarın tıksıracağım. Şu velet bi doğsun hastanede bir duble Jack Daniels koyacağım kendime diye sözüm vardı. Sözüm otoparkta arabanın garajında bekliyor beni.
Kalkıp eğilmemi bekleyen birşey daha var.
Mis gibi bir evlat kokusu…
**************************************************
26 Ocak 2011, 12:21:37
Parmak çocuk DÜNYAYA HOŞGELDİN…
baba-ogul…
BABA buRAK – BEBE buRAK
************************************************
31 Aralık 2010, 15:37:55
Yeni bir yeni yıl dileği…
Mutlu yıllar herkese.
Sümsüper bir yıl olsun diyerek dileklerimi sıralayacağım ben de…
Ama tutmuyor malum.
Bir şeyi çok söylersen olur itikadının çürüdüğü nokta burası.
Olağanüstü zenginliklerin, aşkların, mutlulukların
hepsi sizin, bizim olsun dilekleriyle doldurduğun,
havai fişeklerle karşıladığın bir yılı, çok değil,
daha üzerinden 1 sene geçmeden
bitse de gitsek noktasına getiriyosun…
Ama olsun.
Bizler insanız ve herşeyimiz mantıklı olmak zorunda değil.
Kâinatın varolması bile çok ‘mantıksız’ ona bakarsan.
Biz çelişik olmuşuz çok mu?
Bizim ‘mantık’ adını verdiğimiz şeyin cetveliyle ölçtüğümde
Tanrı adını verdiğimiz varlığın hiç de öyle ‘mantıklı’ biri olmadığına dair ciddi bulgularım mevcut.
Mantık, bütün kutuların iplikle dizilmiş gibi raflara düpdüzgün yerleştirildiği yerse, eksik olsun.
Varsın benim odam hep dağınık kalsın…
Herşeyin rutine boğulduğu bir yılın,
en azından tek bir gününün sıradışı olması belki de olumlu bir gelişme.
İyi bir ‘başlangıç’.
Sonunu getiremesen de.
Ama gene de,
Ooon,
dokuuz,
sekiiiz,
yedii,
altııı,
beeeş,
dööört,
üüüç,
ikiiii,
biiiir,
sıfıııır
UUUUUUU!!
diye bağrışarak,
kafanda garip şapkalarla havalarda sıçrayarak başlayacağın bu seneyi,
masabaşında uyuklayarak sürdürdüğünü farkedersen bu yazıyı hatırlarsın 🙂
Yılbaşı hallerimiz gerçekten de matraktır bizim.
Olsun.İnsan olmak zaten yeterince matrak bir hal değil mi?
Sanıyorum bize bu yüzden, Einstein-oğlu değil Adem-oğlu diyolar.
– Bu elmayı yasaklamışlar sana ama gene de almaz mısın bi tane?
– Hmmm. Peki olur …
İşte bu kadar 🙂 Sonrasını biliyosunuz zaten… Buradayız. Hep beraber…
Adem ile Havva’nın mantık evliliğinden doğma,
Süpersonik derecede ‘mantıklı’, yılbaşı kukuletalı 7 milyar harika evlat.
Fazla yukarıdan bakmayacaksın insana.
Resmin bütününe fazla kaptırmayacaksın kendini.
Yaşama dönük eleştirelliğin de bir haddi bir hududu olacak.
Yaşama devam ettiğin müddetçe.
İnsan olmak, kendinden karikatürlü bir haldir zaten.
Fazla kurcalamayacaksın.
Karikatürcü olmak bile başlı başına bir karikatürdür.
Bir erkek insanın, bir kadın insana süründüğünde haz aldığı,
Adı Usain Bolt bile olsa, günün belli saatlerinde fayanslarla döşeli bir küçük odamsıda,
Garip ve parlak taş şekillerinin üstüne oturup orada öylece durmak durumunda olan bir varlıktır insanoğlu.
Fazladan karikatürize edilmeye de ihtiyacı yoktur. Kendinden komiktir zaten.
Yahu bir insanın karnı günde 5 kere acıkır mı be kardeşim?
Timsahlar ne güzel.
Zebra’yı atıyor ağzına, ondan sonra kaç ay rahat.
Sonuçta, bu insan dediğin nesne,
Herkesin nezihlikten kırım kırım kırıldığı, ‘seviyeli’ ortamların yüksek kalibreli bir restoranında,
Tuvalete bir gidecek olduğunda,
o prenslerin ve prenseslerin sifonu çekmeyen prens ve prensesler olduğunu sana gösteren bir nesnedir.
Kepaze sahnelerle karşılaştığında, o kepazeliğin felsefik altyapısını araştırmaya başlayıp, o psikolojinin içinde kaybolup gideceğine,
Sifonu çekip çıkacaksın. Artık o sahnenin sifonu neyse…
Fazla filozofu olmayacaksın hayatın.
Araştıracaksın, sorgulayacaksın, doğru mu gidiyorum, yanlış mı gidiyorum bunları yoklayacaksın haliyle.
Ama fazla dışarıdan bakmayacaksın hayata.
Karizmatik isimlerini, soyisimlerini bir kenara ayır:
Bu filozof tipler, hep yamuk yumuk ölmüş tipler.
Mutluluktan ölmüş filozof bilen varsa bana haber versin.
Kara ile deniz arasındaki bu korkunç fark neden?
Bu engin sular, nerelere kadar uzanıyorlar,
Bu koca sudan yatağın toplam ağırlığı nicedir,
Denizde deve güreşi yapan şu insanların ruh hali acaba nedir,
Falan filan diye filozofiden kuruyacağına güneşin altında,
Atlayıvereceksin denize.
Çoffff…
Oh be.
Bi şey düşüneceksen, düşüneceksin.
Ama bir şartla.
Suyun içinde…
Bu kadar saydırdığın, sövdürdüğün
buna karşın
gene de kullanmaktan vazgeçmediğin parfüm markasına
HAYAT deniyor.
Sabah yüzünü buruşturup burnunu tıkadığın,
Üf ne bu dediğin bir kokuyu,
O sabahın akşamında puf puflayarak en güzel kıyafetlerini giymiş halinin üzerine sıktığın bir yer burası.
Buraya hayat, sana da insan deniyor…
Ve o ‘mantıklı’ kafanın içinde özenle sakladığın şeyin adı da ‘psikoloji’…
Ve bütün yılı içeride kapalı geçirmenin verdiği tuhaflıkları olabiliyor.
Bugün böyledir, yarın da böyle değil şöyle olacaktır.
Ne yapalım.
Bırak bu yılbaşında cozutsun çocuklar.
Ölçüsünde tabi.
Sarhoş olsunlar istedikleri buysa.
Sabah ağrısın başları.
Tutulsun her yerleri.
Bir gün de olsa, sıradışı bir gün geçirmenin tadını alsınlar.
Zararı yok pazartesi işbaşı var.
Sabah 9.
Üstelik bu fiyata trafik dahil değil.
Yılbaşı için dileğim,
Kimselerin kendini nöbetçi yılbaşı filozofu haline getirmediği,
Bir şekilde,
Kendi çapında,
Kendi çemberinde,
Kendi ölçülerinde eğlenmeyi başarabildiği,
Bir gün de olsa, içinde olduğu anın tadını çıkardığı bir gece geçirmesidir.
Ailesiyle ya da aile dedikleriyle.
Ya da belki kendi kabuğunda hayat süren, içindeki, özündeki ailesiyle,
Mutlu bir yıl başlangıcı dilerim.
Yeni yıla gelince.
Bu 2011 dedikleri, ileride ‘yahu ben o yılda ne yapmıştım?’ demeyeceğin bir yıl olsun.
Ne halt ettiğimi zerre kadar hatırlamadığım yıllarım vardır benim.
Ama gel de 2006′yı sil benden.
Ne mümkün.
Tanrı’nın doğum günü’nün hayatıma doğduğu yıl o.
Sonsuza kadar da öyle kalacak.
2011 de unutulmamaya aday benim için.
Tanrı nasip ederse bebeğimizin doğumuna 10 gün bişey kaldı.
2011′in evladiyelik bir yıl olmasını diliyorum 🙂
Yaşa yaşa bitmesin.
Hepimize sağlıklı ve sıhhatli, mesut ve mutlu, yeni bir yıl dileklerimle.
Seneye görüşürüz…
‘Yaratıcı’ nice dileklerde buluşmak üzere iyi yıllar herkese.
buRAK özDEMİR
Emekli bir Yılbaşı Filozofu

..

BİR KİTAP HAYAL EDİN

İÇİNDEN SONSUZLUĞUN KİTABI ÇIKSIN.

 

www.dogumgunu.com.tr

www.kur-an.com

www.tanrinindogumgunu.com

.

.

.

 

 

 

 

2 comments

  1. Nefiz .tunc says:

    Lehvi Mahfuz sevgidir

  2. Nefiz .tunc says:

    Burak
    ben kendimi kimseye Annatamıyorum icimdeki yapmak istediyimi yapamamak
    Herseyden uzak olmak ona yakın olmak baska istek yok ….
    Guzel ..Ruh.

Bir cevap yazın