DAR Dinlilik – 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı

8 ŞUBAT 2012, 01:17:28

Dar Dinlilik… Din-i Darlık…

Sayın Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı;

Allah’ın insanoğluna verdiği özgür iradenin doğasıyla çelişerek
ve Allah tarafından HÜR yaratılmış insana belirl bir inanç elbisesi dayatarak
Haddinizi aştığınız konuşmanızı üzüntüyle izledik.

Sizi ivedilikle bir dindarın asla yüksünmeyeceği o ibadete çağırıyoruz.
Derhal Allah’ınızdan bağışlanma, ülkenizden özür dileyiniz.
TEVBE EDİNİZ.

Gidişiniz gidiş,
Diliniz barış,
Yolunuz insanlık yolu değildir.

Şahs-ı Manevi olmayı dindar olmakla eştuttuğunuz,
Dindar olmanın karşıtlığını ise madde bağımlısı olmakla harmanladığınız konuşmalarınızda
Yanlış anlaşıldığınızı düşünüyorsanız da TEVBE EDİNİZ.
Allah’ınızdan bağışlanma, ülkenizden özür dileyerek.

Öyle inançsız DarDinliler vardır ki.
Ve öylesine imanlı ateist adamlar vardır ki siz bunları bilemezsiniz. Anlayamazsınız.

Üstü kapalı olarak, imalar ve göndermeler üzerinden yapmış olsanız da
Nasıl insanların iyi insan ve hangi insanların imanlı insan olduğunu siz işaretleyemezsiniz.
Allah’ın HÜR yarattığı kullarını hiçbir dayanakla yaftalayamazsınız.
İmalarla buna teşebbüs dahi edemezsiniz.
Mecliste beşbin sandayeniz daha olsa buna elverişli ‘çoğunluğunuz’ asla yoktur. Olmayacaktır.
Bu tasnifi yapacak yer TBMM’nin değil Cenab-ı Allah’ın kürsüsüdür.

Sınıflara asılacak tahtalara bile ‘Akıllı’ vasfını yapıştırdığınız bu günlerde,
Sizi aklederek konuşmaya davet etmek görev ve sorumluluğumuzdur.
Siyasetin fırtınalı yelkenlerinde,
konudan konuya atlayarak kendinizi soktuğunuz bu en tehlikeli denizlerden derhal çıkınız.
Gaflete düşmeyiniz, Aklınızı başınızdan asla ayırmayınız.

DinDar olmayanlara uyuşturucu kullandıran

o inanç sisteminize de söyleyiniz;
Yeryüzünün en fazla uyuşturucu kullanan ülkelerinden en başlıcası DinDar İran’dır.
Ve HaşHaş’ın anavatanı da köktendindar Taliban Afganistan’ıdır.

Adaleti tesis etmek üzere aldığınız bir yetkiyi,
bizatihi adaleti ihlal etmek üzere kullandığınızda
Allah’ın Yüce ve Şaşmaz İLAHİ Adaletini yerine getirecek olan ‘yargıçlar’
Sizin partinizden seçilmeyecektir.
İşte bunu hiç unutmayınız…

Levh-i Mahfuz Haddini Aşan Başbakanlar Güncellemesi.”

 

“29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Törenlerinin iptal edilmesi ne kadar doğal?

Dindar-muhafazakâr kesim, Cumhuriyet Bayramlarından hazzetmiyor.

Terör ve deprem, sadece birer bahane.

Bir cumhuriyetin, Cumhuriyet’inin kuruluşunu kutlamaması gerçekte hayal dahi edilemez.

24 asker kaybımızdan sonra muhalefetin iktidarı istifayı düşünmeye çağırması elbette ki, PeKaKa isimli örgütü onore edici bir davranıştı. Sayın Başbakan, muhalefetin bu aldanışını gündeme getirdikten birkaç gün sonra, kendi eliyle terör örgütüne tarihinin en büyük payesini verdi. Doğal afet faktörüyle birlikte terör örgütü artık Cumhuriyet bayramı kutlamalarını iptal ettirebilen, bir diğer deyişle

CUMHURİYETİ DOĞDUĞUNA PİŞMAN ETMİŞ

BİR TERÖR ÖRGÜTÜ MERTEBESİNE YÜKSELTİLMİŞTİ.

Her siyasi iktidar ardında utanacağı izler bırakır. 29 Ekim kutlamalarının iptal edilmesi, bu siyasi iktidarın 10 yıllık iktidarı boyunca imzaladığı en utanç verici karardır. Bu kadar davalardan, bu kadar uzun zamandır tutuklu yargılanan insanlar varken, Denizli fenerli bir davanın tutukluluların enjeksiyonla çekilip dışarı bırakılması da şüphesiz utanç vericiydi. Bir grup insan için partilerinin adındaki kelimenin üzerini çizmekten çekinmediler.  Bu utancı ancak, diğer siyasi cenahın tutuklularını dışarı çıkartarak çözebilirler.

O parti, o güne kadar, ADALET’i gitmiş, sadece bir kalkınma partisidir.

Deprem ve terör, elbette ki toplumumuza büyük bir acı yaşattı. Bunun yanında kenetlenmeler de yaşattı. Zaten ‘kutlama’ derken kimse tavernalarda tabak kırmaktan dansöz oynatmaktan bahsetmemişti ki? Burada bahsedilen devletin gövde gösterilerinden, milletin birarada yaşama coşkusundan başkası değildi. Ah ahh…

Herşeye rağmen bu gafleti, ‘Cumhuriyet düşmanlığı’ gibi bir çerçeveden görmeyi de doğru bulmam. Dindar nüfusumuz için fazla bir anlam ifade etmeyen bir gün 29 Ekim… Çünkü Cumhuriyetin ilan ediliş şekli ve içeriği ile daha o günlerden hemfikir değiller. ‘Kutlama’ içten gelen birşeydir. ‘Kutlasanıza ulan’ olmaz. Bir toplumun neredeyse yarısı, devletine ruhunu veren organizasyondan mutlu değilse bunda Cumhuriyet’in hiç suçu yok mudur? Elbette ki vardır. Bu da, muhasebenin bizim kendi vicdanımıza düşen kısmıdır. Cumhuriyetimiz daha buluşturucu, daha birleştirici bir konsepte bürünmelidir.

Bizler kardeşiz ve bu yüzden hatalarımız da ortak ve birbiriyle içiçe. Karşıt kardeşini bir yanlış içinde görürsen iyi araştır, o yanılgının akrabalarının sende de mevcut olduğunu göreceksin.

Türkiye’nin ideolojik sorunları her zaman en az iki ayaklıdır. Sorunları ve yakınmaları tek taraflı yapacaksak, hatayı hep diğer ayağa yıkacaksak ben yokum. Kendi yanlışlarımızı da kınayabilecek gücü bulabiliyorsak ben her zaman buradayım.

Firavunların Mısır’ından başlayarak insanlık, kendini cumhuriyetin (devletin) sahibi olarak addeden sınıflardan çok çekmiştir. Bizim Cumhuriyetimizin ihtiyacı olan biraz da ‘sahipsiz’ kalmaktır. Hiçkimsenin değil herkesin cumhuriyeti. Bir yerlerde birşeylerin yanlış tasarlandığı zaten çok açıktır. Eğri oturalım, doğru konuşalım.

PeKaKa isimli organizasyon, bir terör örgütü formunu aşalı çok olmuştur. Terör örgütü, devletlerin güvenlik güçlerinden fellik fellik kaçan gürahlara denir. Bu gruplar kaçmak bir yana, günaşırı devletin karakollarına baskına gelmekteler. El Kaide Pentagon’u bir kere vurmuştu. Bu insanlar her gün bir başka karakolumuzdalar. Aslına bakarsanız buna baskın da denilemez. Baskın beklenmedik bir şeydir. Şu an hiçbir güvenlik noktamızın ‘baskına’ uğraması sürpriz değildir.

Kaybettiğimiz askerlerimizin ailelerine yazdıkları mektuplara bir bakın. Bunlar hiç beklenmedik ölümlerin satırları değildir. Pek çoğu vefat edeceklerini biliyor durumdadır. Bu ortamı terör ortamı olarak niteleyemeyiz, çok hafif ve yanıltıcı kalır. Bu, lokal bir içsavaştır. Devlete karşı bir kalkışmadır. Çok sert bir isyandır. Ve evet eylemleri, namertcedir. Sonuçta öldürdükleri, lejyonerler değil halk çocuklarıdır. Terörize eylem sadece bir sonuçtur.

Şu günlerde ordumuz adına bir kalkışma, bir ayağa kalkma belirtileri aldığımızı da belirtelim ki bu da güzel bir gelişmedir. Fakat son birkaç yılda, bu kadar köklü ve güçlü bir ordunun bu insanlar karşısında bu kadar aciz durumlara düşürülmesinde gaflet, dalalet ve hatta hıyanet kokuları aldığımı da söylemek zorundayım. Üzerine üniforma geçirmiş bir ihanetten bahsediyorum.Mehmetçiklerimizi kimi rütbelilerin siyasi müstevlerine kurban vermiş olma ihtimalimiz oldukça yüksektir.

Ayrıca… Bizim devletimiz o çocuklara kendisi ne zaman değer vermiştir ki,

eşkiyalardan insanlık beklenmektedir?

Askerlerimiz ‘sağolsunlar’, geçmişte üniformalarını o kadar haddini aşan işlerde kullandılar ki, bir vatan için mukaddes sayılabilecek o giysilerinin saygınlığını, itibarını neredeyse yok ettiler. Muhafazakâr unsur olsun, etnik unsur olsun, insanlarımızın azımsanamayacak bir bölümü, o kadar üniformalının birarada olduğu bir ortamı  ’tören’ olarak, ‘kutlama’ olarak algılayamaz durumdadır. Haksızlık payları daha büyük olmakla birlikte, haklılık paylarının da olduğunu görmek zorundayız.

Geçtiğimiz yıl, Emir’cik omuzlarımda bir Cumhuriyet bayramı yürüyüş kortejinin içindeydik. BU YAZIYI, bizler sevinç içinde yürüyen ‘modernler’ olarak Cumhuriyet Bayram’ımızı kutladığımız sırada, yolun kenarında buruk bir ifadeyle korteji izleyen başörtülü kardeşin gözlerinde gördüm ve yazıyorum.

Elinde titrek ritimlerle sallanan bir bayrak var… Kortejde öyle bir coşku var ki. Onu bir karadelik gibi çekerek içine almak istiyor. Katılmak istiyor o da. Bu coşkunun parçası olmak istiyor. Fakat emin değil. Önyargıları konusunda haksız olmakla birlikte, o kortejde onu dışlayan, onu o kıyafetleriyle, o mukaddesleriyle, içeride istemeyen ve bu fikrini attığı sloganlarla açıkça beyan eden bir hayat görüşünün var olduğu da bir gerçek. Atılan sloganların onda bıraktığı izi görünce, onun zihin haritasında meydana gelen titreşimlere kulak verince, o coşkulu kalabalığın sürüklendiği yer beni rahatsız etti. Benim Cumhuriyet yürüyüşüm bu olamazdı. Kenarda seyredecek kimseyi bırakmayacak bir yürüyüş olmalıydı benim Cumhuriyet yürüyüşüm.

Bu yürüyüşler, belirli bir siyasi duruşun ifadesi olmaktan çıkarılmadıkça Türkiye’nin muhafazakâr ve etnik ötekilerinin bu yürüyüşlerin coşkulu bir parçası olmayacağı açıktır. Diğer yanda, o siyasette bu coşku olmayınca, bir diğer siyasetin de bu coşkuya sahip çıkacağı da bir gerçektir. Hepinize tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan paradoksuna hoşgeldiniz derim ben.

Arada bir gazetelerin manşetlerine şöyle bir bakarım. Geçtiğimiz günlerde Fethullah Gülen’in gazetesiydi sanıyorum. Bir başlık dikkatimi çekti. Anayasa komisyona çalışmalarıyla ilgili bir haberin başlığı halkın ‘yeni anayasa coşkusu’ yaşadığından dem vuruyordu. Bu başlık bana 12 Eylül dönem gazetelerini hatırlattı. Bu haberin ‘Evren Cumhurbaşkanı seçildi, vatandaş rahat nefes aldı.’ manşetlerinden hiçbir farkı yoktu. Allah aşkına söyleyin etrafında coşku göreniniz var mı?

Bu ülkenin en eğitimli kesimlerinin… Şöyle diyelim. Dünyanın en donanımlu Müslümanları olan cumhuriyetçi Türk modernlerin, bu denli küstürüldüğü, ülkeleri adına mukaddes gördükleri bir günü bile doyasıya yaşamalarına izin verilmediği bir ortamda ‘yeni anayasa coşkusu’ndan bahsetmek, muhafazakârın muhafazakâra yaptığı kara propagandadır. Hakikatle hiçbir ilişiği yoktur.

Kurban Bayramı nasıl iptal edilemiyorsa, Cumhuriyet Bayramı da iptal edilemez.

Her ikisi de farklı dünyaların mukaddesleridir.

Türkiye’nin Ortadoğu başta olmak üzere, dünyada bu denli takdir görmeye başlamasında, örnek alınmasında o küstürülmüş modernlerin payı muhafazakârlardan daha çoktur. Unutmayın ki Arap ülkeleri TGRT’lerin, Samanyolu TV’lerin değil Kanal D’lerin Show TV’lerin takipçileridir.

Ak parti adı verilen Ortadoğu vizyonu, içinde Türk modernlerinin olmadığı bir senaryoda kocaman bir sıfırdır. Ve an itibariyle Türkiye’nin bölgesel değeri dindarlarından değil çok daha büyük ölçüde modernlerinden ileri gelmektedir. İhtiyaç dindar figür ise, Ortadoğu’da dindardan bol başka bir figür var mıdır? Mesele dindarlıksa muhafazakârlıksa, Türkiye İran’ın eline su dökebilecek midir?

Etnik gruplarıyla, azınlıklarıyla barıştığı şu günlerde, Türkiyemizi gönlü alınacak ‘minik’ bir azınlık daha beklemektedir:
MODERNLER.

Kendi modernlerini mutlu edememiş bir Türkiye’nin

Ortadoğu’nun yenilikçi ağabeyi olması asla mümkün olmaz.

Arap Baharı’nı yaşatan ruh,

Batı’yla entegre olma konusundaki karşı konulamaz istektir.

Yüzünü batıya dönmüş vatandaşlarına manevi sıkıştırmalarda bulunan bir Türkiye,

Arap Baharı’nda tarihinin en soğuk kışını yaşar.

Arap Baharı’nın rol modeli, Türk modernleridir.

Unutmayın onlarda Fethullah’lardan bol başka birşey yoktur.

Onlar, Kıvançların, Tubaların peşindedirler.

Aşk yaşayabilen Müslümanların özlemindedirler.

Din hocalarının değil.

Birisinin muhafazakâr Türk basınına ‘Başbakan karizması’ kavramını ne denli abuk noktalara getirdiğini haber vermeli. Sempati duygusu bu kadar da abartılamaz.

BİZ TEK KARİZMA TANIRIZ, ONUN ADI TÜRKİYE’DİR.

Arkasında Türkiye karizması olmayan siyasi karizmalar da yağız ama kifayetsiz birer delikanlı hükmünde olacaktır. İnsanlar değerlerinin nereden ileri geldiğini iyi bilirlerse, değerlerini ileri taşımanın da yolunu bulabilirler.

PARASIZ ÖĞRETİM PANKARTINDAN ÖTÜRÜ

19 AY HAPİS YATAN GENÇLER İÇİN

KILINI KIPIRDATMAYAN BİR BAŞBAKAN’IN,

BEŞAR ESAD’A HANGİ SIFATLA

O DEMOKRASİ TELEFONLARINI ETTİĞİNİ

GERÇEKTEN ÇOK MERAK EDERİM.

Evet, Türkiye kalkınıyor. Evet, Türkiye uluslararası dünyada hiç görmediği bir saygıyı görmeye başladı. Korkarım, bunu siyasilerin kendi maharetlerinin bir sonucu zannetmelerinden korkarım.

Bu, Allah’ın yazdığı bir kaderdir.

Siyaset kurumunun, gölge etmemek dışında bu gelişmedeki katkısı oldukça sınırlıdır.

Gölge etmemek de siyasetçi bakımında çok talihsiz bir geçmişe sahip olan Türkiyemiz için bir değerdir. Ama o kadardır. Cesaret, mertlik bunlar hükümetimizde bizim de olumlu bulduğumuz değerlerdir. Fakat bunlar, bu gelişmeleri yaratmaya yetmeyecek minik meziyetlerdir. Kimse üstüne alınmasın, bu Tanrı’mızın Türkiye’mize biçtiği kader rolünün bir çıktısıdır. Duble yol inşaatlarıyla falan ilgisi yoktur.

Hükümetimiz, bir piyango bileti gibi bir anda hesabında bulduğu,

nereden geldiğini kendisinin de pek anlamadığı

bölgesel kredinin artık sonuna gelmiştir.

Bu nokta, Davutoğlu tezleriyle ilgili oluşturulan muhafazakâr mitlerin de sonudur.

Sayın güleryüzlü dışişleri bakanı. Nerelere gidersen git.

Buradan aya mekik de dokusan,

modern Türklerin kalplerini kazanmadığın müddetçe

bu yeni Ortadoğu’da sen de koca bir hiçsin.

2012′YE SEN DE HOŞGELDİN.

Sayın Başbakanımız için geçmişte yazdığımız bir ateşten gömlek yazısı vardı.

O yazı, asıl önümüzdeki dönemin yazısıdır.

Ateşten gömleğin ateşten düğmeleri ateşten iliklere daha yeni yeni geçmeye başlamıştır.

O yangınlı gömlek omuzlarına oturmak üzeredir.

Allah anneciğine gani gani rahmet eylesin.

Gözyaşlarını gördük, kendi gözyaşlarımız bildik.

Fakat önümüzdeki dönemde bu gömleğin ona yaşatacaklarının yanında

o gözyaşları da solda sıfır kalacaktır.

Arap Baharı’nın ardındaki tek gerçek İslam güneşidir. Levh-i Mahfuz’un özgürlükçü Kuran tefsiri ile bu önünde engel tanımayan özgürlük yürüyüşü aynı elden çıkmadır. Sahibi aynıdır. Bugünleri yıllar önce yazıp haber verdiğimizde fantezi zannedenlerin, şimdi yazacaklarımızı da fantezi zannedecekleri gün gibi açıktır.

Türkiye’deki siyasi iktidar, hayata muhafazakâr davrandığı müddetçe

yeni dünya düzeni sürecinin dışında

ve hatta karşısında kalmaya mahkumdur.

Kahire’den başlayan bir yürüyüş, Wall Street’te devam etmektedir.

Türkiye’deki siyasi iktidarın artık daha fazla taşıyamayacağı hastalığın yegane iksiri, aşağıdaki tek satırdadır:

Hatt-ı cemaat yoktur. Sath-ı cemaat vardır.

O cemaat bütün vatandır.

Kendilerine bildirdiğimiz kıyamet, Ortadoğu sorunlarına, içinde Türkiye’nin olmadığı odalarda çözüm bulunmasından da öte birşeydir. Arap baharı, bir çoklarını devirmiştir ve daha pek çok lider devirecektir. Ancak,

ARAP BAHARI’NIN NİHAYETİNDE DEVİRECEĞİ LİDERLERİN

EN SÜRPRİZ VE BAŞLICASI,

LİDER TAYYİP ERDOĞAN’DIR.

ISRARLARINDA ISRAR ETMEYE DEVAM EDEN ERDOĞAN’DIR.

Bu, halkımız bize görev vermezse bu makamdan kalkar gideriz’in ötesinde birşeydir. Bu bir çekiliş değil bir yıkılış olacaktır. Modernlerine muhafazakâr davranmakta inat eden, tüm Türkiye’yi kendi cemaati bilmemekte ısrar eden bir Tayyip Erdoğan’ı, Türk halkının değil %50′si, %90′ı da biraraya gelse gene de kurtaramayacaktır.

Bir insanın kendi kıyametini en şiddetle yaşayacağı an, ölümüne bağlı olduğunu düşündüğü kendi değerlerine gerçekte kendi elleriyle ihanet ettiğini farkettiği, bu gerçeğin kendisine ispatlarıyla sunulduğu andır. Dindar Müslüman intihar da edemez… Bu sarmaldan çıkışı yoktur. Bu, anahtarı olmayan çıkışsız dehlizlere atılmış bir cehenneme kilitleniştir.

Tek çıkış yolu, yeni bir bilinçtir, hayata başka bir bakıştır.

İçimdeki sesten 2012 fazı için aldığım emirler uyarınca

daha sert tonlarla buralarda olacağımı herkese bildiririm.

Kendisine 29 Ekim 2012′ye kadar süre verilmiştir.

Kendisi bilir. Ya da kendisini bilirler.

Seçim kendisinindir. Ya da kendisini seçerler.

Kader ile kıyamet arasındaki ince çizginin maddesi ısrar’dan yapılmadır.

Herkese, boynunu acımısızca kavramış bir kudretli elin zorla yaptırmadığı,

kendi gönlüyle razı olduğu müspet değişimler dilerim.”

buRAK özDEMİR

DEVAM EDİYORRRRRRR

29 Ekim… (devam)

“Okuycu ailemizde 29 Ekim yazısından çok mutlu olan dostlarımız olmuş. Mutsuz olanlarımız da olmuş haliyle. Onların mutlu, mutsuz nefeslerinin her bir zerresi benim için değerli. Nerede duracağımızı bunlar belirlemiyor olsa da.

Ortasından ikiye bölünmüş bir dünyanın, bir ülkesindeyiz. Bir gün sağ kolumuzu tedavi ederiz. Sol kolumuz bize kızar. Bir gün de sol kolumuzu tedavi ederiz. O zaman da sağ kolumuz bize kızar. Bu tedavi tam anlamıyla bittiğinde, işte ancak o zaman gereği gibi anlarız birbirimizi. İki sağ el ya da iki sol tokalaşamaz. Tokalaşmak için karşıt iki el gerekir.

İnsanları ve yaşam biçimlerini etiketleme yoluna gitmeyiz. Fakat bazı durumlarda, konu-konu-içinde durumlarda mevcut etiketleri, meramımızı tam isabet ettirebilmek adına kullanırız. Modern / Muhafazakâr etiketleri de bunlardan ikisidir. Etiketlerin olmadığı bir dünya için savaşıyoruz bu doğru. Lakin an itibariyle, bu ayrımlar da yaşadığımız hayatın bir diğer gerçeği. Muhafazakâr adlandırdıklarımız sıfır modern değiller. Modern dediğimiz insanlar da kafalarını laciverte boyayıp gezen marjinallerden değiller. Onların da kendi muhafazakârlıkları var. Bu kavramları telaffuz ettiğimizde herkes yazının kendi haritasının neresinde durduğunu anlayabiliyor. Önemli olan da bu.

Levh-i Mahfuz okuyucu ailesiyle ne kadar gurur duyduğumu anlatmaya kelimeler yetmez. Bu insanlar, ağırlıklı olarak haritanın modern tarafında durmalarına, şu anda ülkeyi yöneten siyasi anlayışla normal şartlarda taban tabana zıt bir duruşta olmalarına rağmen, Levh-i Mahfuz’un ‘onları anla’ demesiyle, muazzam bir anlayış içindeler.

Empati-Sempati kuruyorlar.

Her iki perspektife de haiz olabilmek için fazladan gayret sarfediyorlar.

Fakat herşeyin de bir sınırı olmalı.

29 Ekim’in zayıf gerekçelerle iptal edilmesi, artık son noktadır.

Bu insanlar, muhafazakâr dostlarımız, kardeşlerimiz en başlarda ‘değiştik’ demişlerdi. Onlara ‘hayır sizler değişemezsiniz’ denilmişti. Biz değiştiğini ifade eden herkese şans verilmesinin yanında olduk. Ben, gelişime taparım…. Ben, değişim tanrısının bir kuluyumdur. Değişim için savaşım, nefesimden de uzun olacaktır. Sadece muhafazakârlar değil. Bu evrenin herhangi bir köşesinde, her kimin değişim ve gelişim adına bir ihtiyacı, bir sıkıntısı varsa benim canım artık onundur. Başka özel bir sebebi yoktur. Bir de Türkiye’mizin özel rolüne verdiğimiz bir değerdir. Hayat bir teori değil. Şu anda masada bir hayat kurgulamıyoruz ve bu hayat ileride şu şu tarihte hayata geçecek birşey değil. Hayat, şu anda halihazırda yaşanan bir süreçtir ve biz Levh-i Mahfuz teorisiyle zihnimizde yeni bir hayat inşa ederken,, dışarıda halihazırda yaşanan bir hayatın sürüp gittiğini unutamayız. Sen, zihninde belli bir yere geleceksin bir süre sonra, birşeylere alışıyorsun. Fakat dünyada da yaşanan birşeyler var. Sen hazır olmadan da biz bu gelişmeler için hazır olmak zorundayız. Hazır olduğunda hak vereceksin fakat senin hak vermeni bekleyemeyecek kadar aciliyet taşıyor bazı konular. Özellikle Ortadoğu-Türkiye-Muhafazakârlık/Modernlik buluşması. Sen hazır olana kadar, hazır olan bizle hemfikir olmaman en başından beri olasılık dahilindedir. Bize kızacağın da ihtimal dahilindedir. Bir gün yeniden buluşacağımız da… Sen hazır olduğunda.

Cumhuriyet bayramlarından ne nedenle olursa olsun vazgeçiş, bizim müspet değişim tanımlarımızın içine girmez. Evet merhum Ecevit de iptal etmiştir. Fakat o deprem Ağustos 1999 depremidir ve askerlerimiz geçit töreninde boy göstermek yerine, enkazda vatandaşının yanında olmak isteyerek kendisine başvurmuşlardır. Zaten, o günleri hatırlarsanız kutlama yapmak için hiç de doğru bir zaman olmadığını da hatırlarsınız. 17 Ağustos, Van’la kıyaslanamaz. Van’da geç kalan, uyuyan bir devleti, bir millet ayağa kalkarak uyandırmıştır. Bu gelişme de göstermiştir ki, Türkiye’de devletinden daha büyük bir millet vardır. Ve ne ilginçtir ki, Van depremindeki doğu-batı kucaklaşması, Cumhuriyet bayramını belki de bir daha hiç karşılaşmayacağımız ölçekte anlamlı kılmıştır.

Bölgemiz ülkelerinden Tunus, ilk defa seçim yapmanın coşkusunu yaşadı. Libya… Kaddafi’yi öldürdüler, bunu kutluyorlar. Kaddafi, iyi bir ölümü haketmemiş bir insan da olsa hunharca bu ölüme tanık olmayı bizler haketmemiştik. Onun ölümünün onlar için anlamı büyük ve bunu anlayabiliyoruz. Tunus’u, Mısır’ı, Libya’yı selamlayan, kutlamalarını kutsayan sen nasıl oluyor da dünyada bir başka örneği daha olmayan bir Cumhuriyet’in, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş hikayesini küçümsüyorsun. Münasebet yoksunu bakanlarının eliyle ‘Ne yani resepsiyonlarda kahkahalar mı atsaydık?’ düzeyine indiriyorsun bu kadar insanın can vererek meydana getirdiği bir varoluşun yadedilmesini. Ankara’nın kahkahalarını bilemem, ağlayanlar daha çoktur millet nezdinde o günde.

Coşkulu Arap ülkelerine laik cumhuriyeti tavsiye edersin.

Hali hazırdaki yeryüzünün tek Müslüman laik Cumhuriyet’in kutlayıcılarına da

‘dağılın evinize’ dersin.

Bu şizofreni, artık kaldırılabilir limitlerin çok üzerine çıkmıştır.

Ortadoğu merkezindeki gelişmeler, bölgede Müslümanlık ile Modernite’nin buluşması, birleşmesi ve senkronize olması yönünde. Ve Türkiye’deki siyasi iktidar, kendi içindeki modernitenin kalbinin kazanmadan, onlara karşı hoyratlıklarına ket vurmadan, Ortadoğu sahnesinde rol almayı istemekte.

Ergenekon davaları, Balyoz davaları, hepsine inandım, beklentim hepsinden halâ büyüktür. Masumlar bir an önce kenara ayrılsınlar ki, suçluları görebilelim demişimdir. Bunlar nereden çıktı canım şimdi diyenlerden olmamışızdır. Ama velakin. Denizli Fenerli bir davada, bir toplumun gözünün içine baka baka, birilerinin dışarı çıkarılması, herşeyden önce, istendiğinde insanların tutuksuz da yargılanabileceğini göstermiştir ki bu, Ergenekon ve Balyoz davasının özüne inanan insanların vicdanını korkunç bir ölçekte rahatsız etmiştir. Kimi insanların hakkındaki suçları öğrenemeden ölülerinin hapisten çıkabildiği bir süreç, ihanete uğratılmıştır. Bir grup cemaat insanını korumak kollamak adına. Bu insanlar size gerçekten bu kadar yakınlardıysa, onlara ‘Ülkemizdeki adalet duygusunun yara almaması adına sizi içeride tutmak zorundayız. Bunca insan içerideyken sizi çıkartamayız. Bunu anlayışla karşılayacağınıza inanıyoruz.’ diyebilmeliydiniz. Diyemediniz. Kendi davanıza sekte vurdunuz. Kendinizi sırtınızdan harakirilediniz.

Ortadoğu’daki yeni şekillenmelerde kimi yerli ağızların kenarından emperyal salyaların süzüldüğünü çok iyi biliyoruz. Yüce Allah o insanları, sizin yayılmacı öykülerinizi gerçek kılmak için serbest bırakmadı. Türkiye ilham verecek. Yol gösterecek. Uluslararası arenada ses verecek. Bu kadar. Bitti. Ötesi yok. Suriye Türkiye’ye bağlanmayacaktır. Suriye, kendine bağlanacaktır. Ötesi yoktur. Beyler ve Bayanlar. Tanrımızın planını çarpıtmayalım. İnsanî değerlerimi Milliyetçi dürtülerimize kurban vermeye kalkmayalım. ‘Osmanlı ruhu’ sözünün, bir mecazın ötesinde kimi insanlar tarafından çok farklı beklentilere büründürüldüğünü gözlemliyoruz.

Türkiye, modernite ile sıcak teması önce kendi içinde yaşayacak,

ondan sonra Batı ve Doğu ile buluşmasında öncülük üstlenecek.

Plan ve uygulama bu kadar basittir.

Ortadoğu turları, lider zirveleri bunlar turistik birer gezidir.

Master plan, gündemin arkasında işler.

Türkiye ‘arabulucu’ olmayı bir hobi haline getirdi. Herşeyde arabulucu olmak istiyor. Arabulunca ya da ara-arayınca çok mutlu oluyor…

Kiminle? Önemi yok. Bizi çağırın yeter. İsrailli tır şöförüyle, Filistinli bir otobüs şöförü Amerika’da çarpışsınlar meselâ. Buraya yazmaktayım. Sayın Dışişlerimizi bakanımızın adamları hemen orada biter.

– Arabulucu lazım mı abi?

Kimse Türkiye’yi kendi zihninin küçük rollerine sıkıştıramaz.

Türkiye ara-bulucu değil 2012 sonrasının dünya-birleştiricisidir.

Türkiye’nin Ortadoğu’daki o ‘endamlı’ kalıbının içi,

Türkiye’nin modern+muhafazakâr hamuruyla doldurulmazsa bu,

içi boş bir maket olmaktan,

birkaç sararmış afiş asmaktan öteye gidemeyecektir.

Bu samimiyet olmayınca, Türk dış politikası yararlanmacı, fırsat kollamacı bir çehreye bürünüyor. Yararlanmacılığı, yanlışlıklar takip ediyor. Bir Türk vatandaşı olarak, iki elimin sorumlularının ölene kadar yakasında olacağı bir durum da NATO Füze Kalkanı anlaşmasıdır. Demokrasinin yakışanı, eğer niyet gerçekten demokratikleşmekse böylesi kritik, kadersel bir seçimin referanduma götürülmesi olurdu. Referandum olmayacaksa da bunun bir alt adımı olan, kamuoyunu seçeneklerimiz konusunda bilgilendirmek ve Türk milleti’nin genel eğilimini bir karara dökmek olurdu. Batı ile doğunun arasında kalmış bir Türkiye, neyin seçimini yaptığından haberi bulunmuyor. Cumhurbaşkanı’nın nasıl seçileceğini bile oyladık. Yüzlerce yıllık komşumuz İran İslam Cumhuriyeti’ni düşman ilan etmeyi mi tartışmayacaktık? Lisan-ı münasiple sormuyorsan, bilgilendirmiyorsan Karayılan’ın yakalanmasının – serbest bırakılmasının gargaraya getirilmesine de kızmayacaksın o zaman.

Türkiye’nin son dönemde İsrail’e karşı sergilediği tavrı da samimi bulmadığımızı ilan ederiz. Mavi Marmara’nın üzerinden bir yıl geçmişken bir anda bir öfke kampanyası başlatıldı. Kodum mu oturtan bir devlet sesleri çıktı birden bire. Donanmamızın İsrail kıyılarına gidebileceği falan söylendi. Bunu biz bir yıl önce Mavi Marmara günü yazmıştık zaten. O gün gitmedi bugün neden gidiyor? Gitmeyeceği güvencesi Amerikalı makamlara zaten verilmiş de, gidebileceği neden bugünlerde dile getiriliyor? Bayram değil seyran değil bu öfke köpürtmesi nereden çıktı? dedikten kısa bir süre sonra gerçekle karşılaşıverdik. Türkiye füze anlaşmasıyla, düşman bellediği İsrail’i bir nevi Misak-ı Milli sınırlarına alıvermişti. Şu haberi Gırgır’da okusaydık, bu kadar komik olamazdı. Füzel kalkanları Türkiye ile Amerika işbirliğiymiş. Bize, İsrail’in bu bilgilerden yararlanmayacağı güvencesi verilmiş… Vay canına. Kurulduğu günden bu yana İsrail, herşeyi Amerika üzerinden yapmadı mı? İsrail’in can düşmanını vur. Sonra da bunun İsrail’le ilgisi yok, biz bunu Amerika için yaptık de. İran’ın Amerika’ya hangi zararı dokunmuş? Amerika’nın ve dünyanın İran’la tek meselesinin adı İSRAİL’dir.

Arap baharı, üzerinde Tanrı’nın elinin olduğu, bağımsız, samimi bir harekettir. Ve fakat dünyada, bu hareketten farklı sonuçlar elde etmek için bazı farklı planlar döndürülmekte. Kendi modernleriyle barışmamış muhafazakâr Türkiye hükümeti, bu eksiğinin bedelini bu karanlık planların saf uygulayıcısı konumuna düşmek tehlikesiyle ödemek üzere. Füze kalkanı meselesine bulaşmış olmamız bunlardan sadece biri.

Bu karanlık planlardan bir aşaması geçtiğimiz günlerde Amerika’da ortaya çıktı. Bir İngilizle bir Fransız Bir Alman meyhanesine gidip birer Rus votkası istemişler gibisinden bir fıkra olmalıydı bu: İran’lı ajanların Suudi Arabistan Büyükelçisi’ne Amerika’da suikast düzenleyeceği haberi. ‘Kıskıvrak yakalanmıştı’ İranlılar… İran’ın açıklaması da güzeldi hani. ‘Yahu biz öldürmek istesek Arabistan’ın kralını öldürürdük. Ne işimiz var Büyükelçiyle? Ve bu işi neden ABD’de görecekmişiz ki?’ gibisinden birşeyler dediler. Bunda şaşıracak birşey yoktu aslına bakarsanız. ‘Düşmanı olmayan Arabistan, ABD’den 60 milyar dolarlık silahı niye alıyor? Tabi ki, İran’la dövüştürülmek için.’ diye yazmıştık çok önce. Suikasti önleyenin ABD olması da ayrıca güzeldi. Yazılan senaryonun bir gereğiydi haliyle. Tutttmasaydım düşüyordun efektiydi.

Amerikan dizilerini takip edenlerimiz dikkatli olsunlar. Şu sıra, ‘İranlı pis katiller’ gene cirit atmaya başlayacaklardır. Hatta, İran Arap Baharı’na karşı filmleri de karşımıza çıkacaktır. Sakın İran. Sakın. Bu oyuna gelme. Arap Baharı’nın yanında yer al. Türkiye’nin şu haliyle, dünya barışına gereken katkıyı yapması mümkün değil. Türkiye yeterince modern değil, o yüzden yeterince muhafazakâr olan sana çok iş düşecek önümüzdeki dönemde. Dünya barışı adına ayakta kalmalısın.

Türkiye’yi yöneten siyasi bilinç, güce inanıyor.

’Halkımızdan aldığımız güçle buradayız’ diyerek koyuldular zaten işe.

‘Herkesin değişmesi ve bunun sonucunda herkesin kardeş olması’ gibi bir vizyonları yok. Diğerlerinde var mı? Onlarda da yok. Ama onlar iktidar değiller.

Her maymunun bir kıçı var ama sadece ağaca çıkanınki görünüyor.

Yapacak birşey yok.

Eleştirileri dinlemek uyarıları almak, o ağaçta olmanın bir bedelidir.

Ya dinleyeceksin. Ya da hiç boyundan büyük ağaçlara çıkmayacaksın.

Başımızda falanca parti olsaydı, bunlar böyle olmazdı diyebileceğimiz bir durum da yoktur ortada ve bu nedenle bu yazılarımız ‘siyasi’ içerikli yazılar değillerdir. Onlarca farklı siyasi fraksiyon vardır ülkemizde. Biz sadece ‘Türkiye’nin resmî politikası’ sıfatıyla hareket edenleri muhattap alırız. Destekleyeceğimiz yerde desteğimizi verir, uyaracağımız yerde de uyarılarımızı yaparız. Dinlemek ya da yıkılmak onlara kalmıştır.

Ne kaaa köfte, o kaaa güç… Geçtiğimiz günlerde siyasi hükümetimize, Ortadoğu’daki gücünün sınırlarını gösterdiler ve sıtmaya razı ettiler. Amerika Suriye’ye Türkiye’yi yolladı… Türkiye delikanlısı da pek bi mutlu oldu bu teveccühten. Türkiye gelişiyor, artık dünya arenasında söz sahibi oluyordu… Herşeyden önce birisi ARABULUCU MU LAZIM DEMİŞTİ?

Sonra olmadı… Türkiye Suriye’yi ‘güçlü’ sözleriyle ikna edemedi. Etmesi de gerekmiyordu. Esad, Türkiye’nin öncülük ettiği bir değişime evet deseydi, defteri asıl o gün dürülmüş olurdu. Suriye’de işler, Türkiye’nin dışındaki ‘güçler’ eliyle nihayetlenecek. Başbakanımız, güce inandığı sürece bu olan biteni çözümlemesi ve bu planın dışında kalacak stratejiler geliştirmesi de mümkün olmayacak.

Amerika dediğimiz ülke, ZEKÂ’dır.

Ulusal planları, hareketleri, düşünceleri, manevraları çok sofistikedir. Meselelere düz bakan birilerine rastladıklarında hiç affetmezler. Tayyip Erdoğan zihnini simule etmekle görevli bilinçler üzerinde test etmedikleri hiçbir öneriyi getirmezler Başbakan’ın önüne. Bu simulasyon tuzaklarına düşmemenin tek yolu, gelişen bir bilince sahip olmaktır. Simulasyon yönteminin tek kör noktası budur. Senin nasıl, ne kadar ve ne yönde gelişeceğini hesab edemez. Spekülatiftir herşeyden önce. Metodolojinin doğası gereği seni olduğun sen olarak kabul etmek zorundadır. Bir devlet başkanı olarak, Amerika’nın bu tuzaklarından sağ salim çıkmanın yolduğun olduğun değil olabileceğin kişi olmaktan geçer.”

buRAK özDEMİR

LEVH-İ MAHFUZ

 

 

Bir cevap yazın